28 Nisan 2023 Cuma

SİZ ALLAH İLE ALDATILABİLİRSİNİZ AMA ALLAH ASLA ALDANMAZ.

Yaşamda hemen her şeyin büyük, küçük, önemli, önemsiz bir amacı vardır. Hayata geçirilecek, yapılacak her şeyin . . . Bir iş, bir proje ilk kez konuşuluyorsa en önce ne yapmak istenildiği konuşulur, hedefler, amaç konuşulur. Amaç; yapılan, yapılacak olan her şeyin merkezinde durur. Asıldır. Aslolandır. Amacı ekmek almak olan kişi fırına kadar gitmiş ekmek almadan dönmüşse; eve ne ile dönerse dönsün; ekmek almamıştır, asıl amaç gerçekleşmemiştir. Velev ki eve dönerken yolda altın bulmuş ve altın ile dönmüş olsun. Amaca ulaşılmamıştır. Evde ekmek yoktur. Diğer yandan yine amacı ekmek almak olan bir kişi çarşıdan gelmekte olan eşini arayıp gelirken ekmek alıp gelmesini istemiş ve netice de ekmeğe ulaşmışsa amacını gerçekleştirmiştir.

Yineleyelim asıl olan amaçtır. Amaca ulaşırken kullandığınız yol ve yöntemler asıl olanın önüne geçerse yada amaç bir yana bırakılıp, araçlar amaca dönüşürse asıl amaç yiter, yok olur. Asıl olan istikametten sapılır. Hâl, durum sapkın bir hale gelir, gelebilir.

Yüce dinimiz, İslam’ın da elbette nihai bir amacı var. İlahiyatçı değilim ama yazacaklarım için ilahiyatçı olmaya gerek yok. Hepimizin bildiği ya da kolayca ulaşabileceği temel bilgilerden bahsedeceğim. Dinimizin nihai amacına baktığımızda beşerin birbiriyle huzur ve barış içerisinde mesut, mutlu yaşaması olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan insanın kendisi de dahil Allah’tan başka kimsenin alamayacağı canını, doğruyu, yanlışı ayırt eden aklını, inancını, dinini, emekle, alın teriyle edindiği malını ve neslini korumak dinimizin temel hedefidir. Kişileri başka insanlara karşı kin ve nefrete, intikama, kan dökmeye asla sevk etmemiştir, etmez. İlk gününden itibaren sevgiyi, saygıyı, nezaketi, hoşgörüyü, sağduyuyu telkin etmiştir. Tüm emir ve yasaklar bir amaç uğrunadır. Güzel ahlakla ahlaklanmak. Güzel ahlaka sahip olmak.

"O, sizin suret, şekil ve dış görünüşlerinize değil, kalplerinize ve kalbi temayüllerinize bakar." (Müslim, Birr, 33) asıl olanın amaç olduğunu özetleyen bir hadistir. Yüce Allah’ın insanların güzel, yakışıklı, zengin, makam sahibi vb niteliklerine değil, ruh güzelliklerine, gönül zenginliklerine, güzel ahlaka baktığına işaret eder. Hz.Ömer’in “Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu? Kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete riayet ediyor mu? Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu? Ona bakınız.” dediğini bilirsiniz. Bir konu daha ne kadar net olabilir değil mi? Amaca odaklanmış, olması gereken yere koymuşsak, yani güzel ahlakı yaşamımızın merkezinde tutuyorsak doğru yoldayız. Değilse başta kendimiz olmak üzere insanlığı aldatıyor oluruz.

Orta Doğu coğrafyasında, daha doğrusu Müslüman ülkelerde kabul edelim ki araçlar amacın yerini almış, amaca dönüşmüştür. Amaca giden yol araca meyletmiş, amaç yolundan sapmıştır. Zaman zaman aksi düşünceler, itirazlar yükselir. Olsun itiraz etmeler ya da birilerinin kabul etmemesi gerçeği değiştirmez. Birçok aydın İslam aliminin dikkat çektiği nokta budur. Lakin bu alimler öylesine az kalmıştır ki sözlerini dinletememektedir. Asıl tehlike ise her geçen gün sayıları daha da azalmaktadır.

Amacı, aslolanı ikincil hatta üçüncülleştirmiş, dördüncülleştirmiş bir kafa yapısı kul hakkı da yer, rüşvette yer, hırsızlık da yapar, adam da öldürür, zulüm de yapar. Üstelik tüm bunlara dinen kılıf da bulur. Bunu kendinde hak görür. Bir Müslümanı diri diri yakarak öldürmek hangi kafa yapısının eseridir? Yetmiyor! Yakıyor, kameraya çekiyor, dünyaya servis ediyor. Bunun izahı zordur. Ama onların kendilerince açıklaması vardır. Değilse Allah korkusundan bunu yapabilirler mi? Bir dönemin başlar üzerinde tutulan, neredeyse barış sembolü ilan edilen bir din adamının suçsuz insanların zindanlarda çürümesine, kimilerinin canını kaybetmesine, insanların annesiz, babasız, kocasız kalmasına sebep olmasını kim açıklayabilir? Ama onlar bunu hak görürler, mutlaka kitabına uydururlar. Oysa her ne sebeple olursa olsun Müslüman zulmetmez. Yalan söyleyen, iftira eden, nifak sokan, ayrıştıran, bölen, toplumu kin ve nefrete sürükleyen ve hatta düşmanlaştıran dile nasıl bir izah getirilebilir? İnsanlar Allah ile aldatılabilir ama emin olunuz Allah asla aldanmaz. Kötüysen, kötüye hizmet ediyorsan vay haline.

Tüm bu Müslüman ülkeler içinde neredeyse bir tek Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu modern Türkiye Cumhuriyeti’nin elle tutulur bir yanı vardır. Daha ilk yıllarından itibaren diyanet işleriyle, camileriyle, camilerinde özgürce, samimi bir şekilde ibadet eden Müslümanlarıyla Atatürk Türkiye’si Müslüman devletlerin örnek alması gereken bir devlettir. Hoş bu ülkelerdeki kimi alimler bu durumu dillendiriyorlar da. Keşke bizim de bir Atatürk’ümüz olsaydı. Yada bize de bir Mustafa Kemal lazım sözlerini zaman zaman duyarız. Türkiye’yi örnek gösterirler falan. Ancak tabi hakim güç böyle şeyleri konuşturmak istemez, erki kimseye kaptırmak, yada tartışmak istemez.

Öyle büyük laflar etmek istemem ama size bir şey söyleyeyim mi? Türkiye bir umuttur. İnanınız. Samimiyetle söylüyorum. Umuttur. Bir örnektir. Kuruluş ideolojisi cumhuriyetçi, ölçüsü dahilinde devletçidir. Yine halkçıdır. Yerinde saymamak için gerektiğinde devrimci, gereken konularda sonuna kadar milliyetçidir. Laiklik ise elbette dinsizlik değildir. Araçlar amaca dönüşmesin diyedir. Değilse ne hale geldiğini konuştuk. Biz bölgemizde barışın sembolüyüz. Biz Sağcı/Solcu, Türk/Kürt, Aleviz/Sünni, Atatürkçü/Osmanlıcı diye ayrışamayız. Hepsi bizim, hepsi biziz. En imrenilesidir “Yurtta Barış, Dünyada Barış” prensibi. Bu ilke dünya üzerinde dinimizin de amacı olan insanın birbiriyle huzur ve barış içerisinde mesut, mutlu yaşamasına hizmet eder. Ne çare kurulduğu günden bugüne Türkiye Cumhuriyeti Devletinde bu perspektif hep kırılmak istenmiştir.

Asla kırılmadan, asla ayrışmadan, sevgi, saygı, hoşgörü ikliminde, barış ve huzur içinde yaşamak dileğiyle.

15 Nisan 2023 Cumartesi

SEÇİMİ KİM KAZANACAK?

 “Başarılı parti”. “Süreçleri okuyan lider”. “Başarısız parti yönetimi”. Yok nabzı çok iyi tutuyor, yok on beş seçim kaybetmiş, yok yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Üç beş ay önce söylediğinin tam tersini söyleyen, yapan liderler vs. Tamam algıyı yaratan yaratıyor da kabul edelim ki biz de hazırız o kalıbın içine girmeye. Bilgisizlik diz boyu olup, o cehaleti aşmak için çaba da olmayınca böyle oluyor maalesef. Çok normal. Hele bir de bu eksikliğin farkında olmayan kesim var ki yeme de yanında yat. Okuyup, araştırıp öğrenmek yerine akşam TV’lerde hap gibi kendisine verilen sloganlarla ya da sosyal medyadan trollerden vs öğrendiğinle maalesef bu kadar oluyor. Fikir, düşünce dünyamızda pek ileri gitmediğimiz bir gerçek.

Doğru ya da yanlış ortaya atılmış bir söz, bir fikirden alıntılayıp, ezbere söylemeye, papağan gibi tekrarlamaya alışmışız. İstisnalar hariç en tepeden en aşağıya slogan cümlelerden öte değil söylediklerimiz. O kadar ezberden gidiyor ki sanki kopyala yapıştır yapmışlar. Sokakta mikrofon uzatıyorlar. Cevap noktası virgülüne beyne ne zikredilmişse o! Birisi kazara neden, niçin dese, altını doldurmasını istese? Yok! Altı yok! Boş laf!
Gündem artık seçim. Önümüzdeki bir ay bu gündemi değiştirmek neredeyse imkânsız. Merak edilen kim kazanacak? Biz öncesinde ve özellikle şu son on beş yirmi yıldaki seçimler de kim başarılı kim başarısız bakalım. Yenen ya da yenilen pehlivan var mı? Bu iş yalnızca bilek gücüyle oluyor mu? Yaklaşan seçimi kim kazanacak? Tabi bunu yaparken mümkün olduğunca bir tarafa meyletmeden, objektif olmalı ki gerçeklerden uzaklaşılmasın. Değilse kendimiz çalar kendimiz oynarız.
Bugüne kadar söylenegelmiş teorileri bir kenara bırakıp, fikir beyan etmeden önce Türkiye’deki ideolojik yapıya, politik kırılımlara şöyle bir bakalım. Gözlerimizi kapattığımızda gözümüzün önüne bir resim gelsin istiyorum. Varsın küçük sapmalar olsun ya da kavramları, oranları bire bir, tam olarak yerli yerine oturtamayalım. Hiç önemli değil. Madem merak ettik bakalım; ortada başarı ya da varsa başarısızlık var mı? Kim başarısız? Ne kadar başarısız?
Seçmeni ilk olarak sağ ve sol diye kırarsak; en uç sağdan ortanın sağına kadar %60-65, yine en uç soldan ortanın soluna kadar %35-40 şeklinde kırabiliriz. Dikkat bu yeni bir hal değil. Ellili yıllardan beri böyle. Lakin çok partili dönemle birlikte dengeli olmayan bu sağ sol kırılımının sağ lehine olmasının önemli sebeplerinden biri inancın siyasette konu edilmesi hatta bilerek kullanılmasıdır. (Malzeme yapılmaya başlanmasıdır demeye dilim dönmüyor.) İşin içine dinsel söylemler girmeye başlamıştır. O dönemde İnönü “Türk’ü Türk’e, Müslüman’ı Müslümana düşman edecek en önemli konunun din istismarı olduğunu” söylemiştir. O kadar ki bir din savaşına bile sürüklenilebileceğini söylemiştir. Bugün içinde bulunulan coğrafyaya bakarak ne söylemek istersiniz? Haklı mı sizce?
Biraz araştırılırsa namaz kılan, oruç tutan inançlı bir insan olduğu görülecek olan İnönü’ye siyasi çevresi konuşmalarında dinsel konularda tek bir kelime ettirememiştir. Buna karşılık Demokrat Parti dini hassasiyetleri sonuna kadar kullanmıştır. O kadar ki İnönü ve çevresini din düşmanlığı ile itham etmişlerdir. Dini konularda hassasiyeti yüksek halkımız ise ne yazık ki buna itibar etmiş, sağ oylar sol oyları geçmiştir. Daha kötüsü o günlerden bu günlere yaratılan bu algı hala kullanılmakta ve hala bunu satın alan kesimler bulunmaktadır.
Çok partili dönem başladıktan sonra genel seçimlere şöyle bir bakarsak;
1950 seçimlerinde CHP’nin, Cumhuriyet Halk Partisinin oyu %39,6, DP’nin, Demokrat Parti’nin oyu %55,2 MP’nin, Millet Partisinin oyu %4,6.
1954’te CHP %35,1, DP %58,4, MP yerine CMP gelmiş onun oyu da %5,3.
1957’de CHP %41,4’ü bulmuş.
1961 seçimlerinde tekrar %40’ın altına inmiş %36,7. DP gitmiş yerine AP, Adalet Partisi gelmiş, oyu %34,8, YTP var %13,7.
1977’ye kadar sol %30’lar seviyesinde devam ediyor. 1977’de CHP en yüksek oyu alıyor, %41,4. Kıbrıs Barış Harekatının, Bülent Ecevit’in Karaoğlan rüzgarının etkisi var.
80’li yıllara gelirsek o yıllarda CHP yok. Önce HP, Halkçı Parti var. Bilahare SHP, Sosyal Demokrat Halkçı Parti ve DSP, Demokratik Sol Parti var. Sağda ANAP, Anavatan Partisi, MDP; Milliyetçi Demokrasi Partisi, DYP, Doğru Yol Partisi, RP, Refah Partisi, MÇP, Milliyetçi Çalışma Partisi var. %35 sol ve %65 sağ rasyosu 80’li yıllarda da geçerli.
90’lı yıllara geldiğimizde SHP gidiyor, DSP’nin yanına CHP geliyor. Sağda ise ANAP, DYP, yeniden MHP, RP ve sonrada Fazilet Partisi var. 90’lı yıllar siyasi partilerin var olma savaşları gibi. Yine doksanlı yıllarda SHP’den kopan, çizgisi tamamı ile farklı HADEP ve İP siyaset sahnesinde.
2002’den itibaren AKP, Adalet ve Kalkınma Partisinin muhafazakâr İslamcıları, liberal muhafazakarları, liberalleri güçlü bir şekilde konsolide edişi, oy oranını önce %34, sonra %46 ve hatta %50’lere kadar çıkarışı var. ANAP, DYP, MHP, SP dururken yeni kurulmuş bir partinin bu oranlara çıkması nasıl oldu vs ayrı ve uzun bir mevzu. Evet AKP bir dönemin ANAP’ı, Anavatan Partisi gibi. Tabi ANAP’tan çok daha güçlü şekilde sağ oyları konsolide etti. Diğer taraftan çok partili hayata geçiş ile %35-40 aralığında olan ve Doğu Anadolu’dan, Güneydoğu Anadolu’dan ciddi oy alan CHP ve peşinden HP, SHP, DSP bölgedeki tabanını kaptırdı. Kaptırmaması da mümkün değildi. Bu tespiti baştan yapıp, söyleyelim. Çünkü bu sürecin altyapısı 70’lerden 80’lere geçerken oluşmaya başladı. Bölgede Marksist, Leninist, akabinde sosyalist, federalist dahası sol gibi görünüp ama Kürt milliyetçiliğini de temel alan bir perspektif oluşmaya başladı. Tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği bu radikal örgüt Turgut Özal’lı, ANAP’lı yıllarda bölge halkı içinde de kendine zemin bulmaya başladı. 1994’te Türkiye Cumhuriyeti Anayasası çerçevesinde hareket etmek üzere HADEP kuruldu. Her ne kadar bu yasadışı örgüt ile alakası yok dense de bu hiçbir zaman ikna edici olmadı. 1999 yılında Bülent Ecevit hükümeti döneminde örgütün lideri yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Yargılandı. HADEP, sonra DEHAP, sonra HDP güneydoğu ve doğudaki etkinliğini artırınca, %4-5-6’lara ulaşan oran, özellikle de “Çözüm Süreci”nde bahsi geçen perspektifin muhatap alınması, HDP’nin popülaritesinin artmasıyla oranı %10’ları aştı. “Çözüm Süreci” bölge insanı ve kökeni bölge olanları alabildiğine konsolide etti. Bir kısmı AK Partinin etrafında diğer kısmı HDP’nin etrafında pozisyon aldı. Bölgeden alması gereken oyları alamayan CHP doğal olarak %19’lara kadar düştü. Nitekim Deniz Baykal’ın genel başkan olarak girdiği son iki genel seçimde CHP 2002’de %19,41, 2007’de %20,85 oy aldı. Sonrasında Kemal Kılıçdaroğlu genel başkanlığında girilen 2011 ve 2015 genel seçimlerinde ise %5-6 civarında arttı. Ancak oran %25,98 ve %24,95 civarındaydı. O sebeple dedim CHP’nin bölgedeki bir kısım tabanını kaybetmesi doğaldı.
Son dönemdeki siyasi eğilimlere, kırılımlara bakarsak; çok keskin çizgilerle ayıramasak dahi muhafazakâr İslamcı kesimin oranı yükselerek %15’lere kadar çıkmıştır. Liberal Muhafazakârlar %14, Milliyetçiler %7, Milliyetçi Liberaller %13, Liberaller %9, kendisini Atatürkçü, laik, merkez sol, vatansever çizgide tanımlayanlar %27, daha bir solda duranlar %5 ve son olarak sosyalist, federalist çizgide olan bir %10 var. Onların içerisinde ayrılıkçı bir oran da olabilir. Ancak bu oranı sağlam bir araştırma yapmadan söylemek yanlış olur.
Görüldüğü üzere bu oranlarda dağılmış seçmen tabanı ile Türkiye’de CHP’nin tek başına iktidara gelememiş olmasını başarısızlık olarak nitelemek ya da yenilen pehlivan şeklinde tanımlamak pek yerinde olmaz. Tek başına matematiksel olarak zaten imkânsız. Yukarıda kabaca verdiğim seçmen siyasal kimliği oranları buna müsaade etmiyor. Bu oranların, seçmenin siyasi kimliğinin, ideolojik bakışının değişmesi ise yıllar sürer o da başka bir yazının konusu. Biz devam edelim. Tek başına matematiksel olarak imkansız demiştik. Ancak seçimlerden birinci parti olarak çıkmak ve önceleri koalisyon, şimdilerde sıkı bir ittifak ile iktidar olma şansı elbette var. Var lakin koşulların da buna müsaade etmesi gerekir. 2000’li, 2010’lu yıllarda oluşmuş hal ve koşullarda bu işi başarmak ekstra zordu. Hatta başlarda Deniz Baykal %19’lar seviyesinde idi. Seçmenin hassas olduğu dini konularda yapılmış hatalar, yine sağ partilerin dini konuları yoğun kullanması, dahası neden, nasıl olduğuna girmeden hemen tüm mecralarda gücü elinde bulunduran güçlü bir iktidar, daha doğrusu çok güçlü bir lider. Karşısında birilerinin tutunması hiç kolay değil. Hele de aynı şeyleri söyleyip, yaparak.
Çok sevdiğim ve iş dünyasında sıkça kullandığım bir söz var. “Aynı çukuru kazarak farklı çukurlar elde edemezsiniz.” Yine Mevlana’nın “Ne kadar söz varsa düne ait. Dün dünde kaldı cancağızım. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Sözünde olduğu gibi farklı şeyler söylemek, yapmak şart. Omurgadan, fikrin kırmızı çizgilerinden taviz vermeden yeni şeyler söyleyip yapmak tek çıkış. Doğrusu bu konuda Kemal Kılıçdaroğlu irade gösterdi. Böyle hallerde parti içindeki tutucu ve muhalifler sıkıntı yaratırlar. Hakikaten kolay değil. Nitekim çok ciddi eleştiriler de aldı. Almaya da devam ediyor. O kadar ki CHP’yi en kırmızı çizgisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk çizgisinden uzaklaştırdığı noktasında tepkiler aldı. Bugünkü CHP Atatürk’ün CHP’si değil bile dendi. Denir. Bunlar olur. Hatta farklı şeyler yaptığınızda hatalar da yaparsınız. Hatta düşüncenin ezberinden konuşmuyorsanız ağzınızdan yanlış şeyler de çıkabilir. Bunları göğüslemek liderliktir. Bu noktada Kemal Kılıçdaroğlu’nun hakkını yememek lazım. Söylendiğinin aksine Recep Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir liderin karşısında doğrusu herkesin duramayacağı kadar dik durdu ve hatta iktidarın güçlü bir alternatifi, muhalif seçmen için seçim kazanabilecek bir umut oldu. Hakkını teslim etmek lazım. Dikkat edin çok inisiyatif, sorumluluk, riskler aldı. Çok ağır eleştirileri, kendisine yapılan çok büyük haksızlıkları göğüsledi. Lider daha nasıl olur ki?
Peki bu seçimi kim kazanacak?
Anket şirketleri ile de bir dolu negatif düşünce var biliyorsunuz. Müşteriye göre sonuç açıklıyorlar v.b. gibi. O sebeple yalnızca bir iki anket şirketinin değil mümkün olduğunca çok anket şirketinin Mart ve Nisan ayında yayımlamış olduğu son anketlerin örneklem bazında ağırlıklı ortalamasını almak nispeten sağlıklı olur diye düşündüm. Ve öyle yaptım. Sonuç şöyle çıkıyor. Cumhur İttifakı’nın %44,3, Millet İttifakı %37,6. Bu rakamlara ek olarak Emek ve Özgürlük İttifakının %11,5 gibi bir oranı var ve bu ittifak Cumhurbaşkanlığında Millet ittifakını destekleyeceğini söyledi. Öyle olursa o zaman cumhurbaşkanlığında Millet İttifakı 49,1’e ulaşır. Bu rakamlara seçime Akparti listesinden girecek olan Hüdapar ve DSP’yi de eklersek Cumhur İttifakı sanırım %45 bandına gelir. Yine seçime CHP listesinden girecek YDP ve Millet ittifakına dışarıdan destek verecek BTP’yi de dahil edersek Millet İttifakı da %50’yi buluyor. Geriye Memleket Partisi ve Zafer Partisi kalıyor. Onların toplamı da %3-4 gibi görünüyor. Aslında burada Millet İttifakını destekleyen seçmenin Muharrem İnce’ye yoğun tepki göstermesi kendileri açısından tamamen haklı. Üzerinde biraz düşününce genç bir politikacı, Hüseyin Baş’ın ya da en azından Mustafa Sarıgül’ün ortaya koyduğu iradeyi beklerler. Eski bir CHP’li çünkü. Hiç yadırganacak bir durum değil. Ayrıca bu Muharrem İnce’yi küçültmez ancak büyütür. Diğer taraftan Memleket Partisi ayrı bir parti ve o partinin genel başkanı Muharrem İnce’nin seçimlere kendi başıma gireceğim demesi kadar da doğal bir durum da yok. Lakin çok küçük bir farkla seçim ikinci tura kalırsa bunu eski partili dostlarına ve yine eski seçmenine nasıl izah eder bilmiyorum.
Evet bu resme baktığımızda Millet İttifakı kazanıyor gibi görünüyor ancak sandıklar açılmadan hiç belli olmaz. Burada karasızları dağıtmışlar. %4-5’lik farklar kapanmayacak farklar asla değil. İki üç faktör dahi bu farkı değiştirebilir. Mesela katılım. Kim seçmenini sandığa daha çok götürebilirse sonuçları daha bir lehine çevirebilir. Yine parti yönetimlerinin kararları ve şu anki anket sonuçları tek başına belirleyici olmayabilir. Kurulacak iletişim stratejisi en kritik olmak üzere, görsel, yazılı, sözlü, birebir iletişimin gücü asla ve asla hafife alınamaz. Ben bu konuda siyaset kurumunun sınıfta kaldığını düşünenlerdenim. Sandık zamanı geldiğinde seçmenin %100’ünün parti yönetimlerinin aldığı karalara paralel hareket edeceğinin bir garantisi yok. Bu iki taraftan da olabilir. İşte görüyoruz her iki taraftan da istifalar oldu. O zaman bir büyük siyasetçi ve devlet adamının, 9.Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in sözüyle bağlayalım. Çok duyduğunuz bir söz ama yerine oturuyor. “24 saat siyasette çok uzun bir süredir.”

DEMOKRASİYİ HAK EDİYOR MUSUN? KESİNLİKLE HAYIR!

Hiç alın teriyle, emekle kazanılanla babadan kalanın hali bir olur mu? Hele yoklukla okumuş, senelerce dirsek çürütmüş sonra iş hayatına atı...