22 Kasım 2013 Cuma

MEDENİ OLMAYA DAİR

Medeniyet, uygarlık, modern, medeni, uygar olmak . . . 
Çok genel olarak belli kurallar dahilinde diğerinin haklarına azami düzeyde saygı göstererek birlikte yaşamayı becermek anlamına geliyor. Yani diğerine tahammülün yoksa sen medeni, uygar bir insan olmaktan bahsedemezsin kardeşim. Bil ki bu kumaştan tayyör çıkmaz. Hele hele temelinde kötü niyet olmadığı halde (kötü niyet varsa o başka bir şey), ortada bir şey yok iken yani, şöyle az bir şey karşı duruşa, tepki gösterişe nabzın yükseliyor, burun deliklerin genişliyor, kızarıp, bozarıyor, sertleşiyor, sesini yükseltiyorsan Allah aşkına git kendini sorgula. Nerede, hangi ortamda büyüdün ? Nasıl yetiştirildin ? Nerelerde, ne eğitimi aldın ? vs. vs. Önce kendin, sen medeni olmanın neresindesin ?

Biraz daha açınca görüyoruz ki medeniyet, medeni oluş, uygar oluş yalnızca ekonomik gelişmişlikle değil, paralelinde fikirde, sanatta, sporda, endüstride ne kadar gelişmiş olunduğuyla da yakından ilgili. Çağı yakalamış, ekonomik kaygıları aşmış, eğitimli, kültürlü, görgülü bireylerin oluşturduğu toplum otomatikman medeni bir topluma dönüşüyor. Farklı ülke veya şehirler gördük. Bırak ülkeler , şehilrler arasındaki farkı, semtler arasında bile fark yok mu ? Yerken, içerken, giyerken, gezerken, bir semtte çok rahatken, başka bir semtte kendini rahatsız hissettiğin olmuyor mu hiç ? Evet bu durum bire bir içinde bulunulan şartlar dahilinde toplumu oluşturan bireylerin nasıl yetiştiği ile ilgili. Bir insanın yetiştirilişi evrensel değerler olan bilim, ilim, sanat, iyi vatandaş olmak, vatanını sevmek, doğru, dürüst ve ahlaklı olmak, insan haklarına saygılı olmak, doğaya, çevreye duyarlı olmak temelinde olup, din, gelenek, görenekler, tarih, milli değerler vb. ile de desteklenmişse sorun yok. Ama siz tutup, yetiştirilişin en temeline sıkı bir şekilde din ya da ırk gibi insanın pekte seçme şansının olmadığı alanları koyar, geri kalan her konunun referansını buradan alırsanız, diğer bir deyişle salt din referanslı, ırk referanslı bir anlayışla giderseniz, birlikte yaşamayı beceremezsiniz. Hayal olur. (Karışmaması açısından altını çizeyim her normal bireyin dinine ya da mensubu olduğu millete olan bağlılığı değil kastettiğim. Aşırılıktan bahsediyorum.) Evet hayal olur. Çünkü mental yapınız sizden olmayanı yalnızca diğeri olarak görür, “oda insan, ben de insanim” noktasına gelemezsiniz. Diğeri olarak gördüğünüz için, onun için bir şeyler yapsanız dahi bunu hep bir lütuf gibi görür, bunun insan olmanın, medeni olmanın, uygar olmanın bir gereği olduğu, normal bir durum olduğu gerçeğini ayırt edemezsiniz.

Kız , erkek ilişkilerinde de böyle. Düşünelim şimdi birbirinden izole yetişmiş bir kadın ile bir erkek bir araya geldiklerinde ne hisseder ya da düşünürler ? Uzatmadan söyleyeyim münferit farklılıklar olsa da nasıl davranacaklarını, konuşmaya nereden başlayacaklarını, ne diyeceklerini bilemezler. Bırak ne diyeceklerini falan dinin yoğun yaşandığı bir ortam veya katı ahlak baskısı ile büyüdülerse birbirlerinin yüzüne bile bakamazlar. Emin olun emekleyen bir çocuk daha cesur davranır etrafını tanımak için. Daha da kötüsü bu izole yaşam süresince birde dinden ahlaktan hiç nasibini almamışlar var. Peki ya onlar ne düşünür karşı cinsle karşılaştıklarında ? Nasıl davranır ? Hiç düşündünüz mü ? Onu da size bıraktım. Zorlayın kendinizi.

Şimdi şu yukarıdaki medeni olmanın tarifini bir daha okuyun. Sonra da düşünün neyi tartışıyorlar ekranlarda ? Hem de insanların en hassas oldukları nokta olan evlatları üzerinden. Anlayabilmiş değilim. Neyin , hangi istikametin çabası ? Hakikaten anlayabilmiş değilim. Bir taraftan ileri demokrasi, Kürt açılımı vs. söylemleri diğer taraftan gezi parkı müdahaleleri , kız erkek ilişkileri vb. gündemler.

Ne diyeyim hakkımızda hayırlısı . . .

21 Eylül 2013 Cumartesi

HADDİNİ BİLMEK

Had; limit, gidilebilecek en uç nokta, ötesine geçilmemesi hayrına olunacak sınır, takat hududu, ölçü, çap, kapasite.
Haddini bilmek; kendini, pozisyonunu, limitlerini bilip, ona göre tavır almak, hareket etmek.

Haddini bilmenin ötesinde keşke mütevazi olmayı da becerebilseydi insanoğlu. Mutlaka daha güzel bir dünyada yaşıyor olurduk… Neyse olmasa da olur, dünya batmaz, düzen bozulmaz. Çünkü mütevazi olmak bir erdemdir insanı daha bir insan yapan. Oysa had bilmek öyle değil. İçinde ciddi yoğunlukta gerekliliği de barındırır. Olmazsa olmaz yani. Haddini bilmemek bir çuval inciri berbat edebilir, dirliği düzeni bozabilir, dahası itibarı sarsabilir.

Her bir birey, birey olarak kendisi, ailesi, etki alanındaki yakın çevresinin itibarı için,ayrıca işgal ettiği yer, pozisyon, koltuk, temsil ettiği kurum, organizasyon, toplum, millet yada devletin, artık her ne ise onun itibarı, menfaati ve selameti için haddini bilmek zorundadır.

Çünkü gelinmek istenen, çıkılmak istenen her seviye için bazı gereklilikler, gelişmişlikler aranır, o gelişme tamamlanmadan, o altyapı oluşmadan ortaya atılmak ki ona “haddini bilmemek” denir, ağır hüsranla sonuçlanır. Sapsız üzümsen yalnızca kendine iken zararın, varsa ailene, yakın çevrene dokunur ucu. Hele hele bir makamı işgal ediyorsan o ağır hüsranı tüm temsil ettiğine de yaşatırsın. O yüzden ağırdır aslında koltuk. Yukarıya çıktıkça, koltuk büyüdükçe de ağırlaşır sorumluluğu. Tabi haddini bilene.

Bu sorumluluğun farkında olan yalnızca kendinin değil, temsil ettiğinin de sahip olduklarını, çapını, kapasitesini, limitlerini bilir, bilmelidir ve yine bilir ki o hudutlar dahilinde hareket etmemenin getirdiği hüsran aslında tüm o zümrenin vebalini de taşır.
Ne güzeldir haddini bilmek, yerli yerinde konuşmak. Nasıl da saygı uyandırır ağırlığınca tavır, tepki koymak ya da yeri gelince susmayı bilmek. Nasıl gizli hayranlıklar ve itibar yaratır.

Allah bizi hadsizlerden, muhterislerden özellikle de kifayetsiz olanlarından korusun . . .

13 Eylül 2013 Cuma

DEMOKRASİ

Bugünlerde demokrasiye taktım. Sebep ? Biliyorum ki bilcümle musibet başımıza “eğitim ve demokrasi fakirliği”mizden geliyor. Çocuk denebilecek yaşlarımdaydı, Rahmetli Bülent Ecevit’in ülkemizde demokrasinin varlığı, gelişimi, demokrasiyi yaşamak ile ilgili bir değerlendirmesindeydi sanırım ilk fark edişim. Bizatihi kendi tespiti değildi belki ama şu manada bir şeyler söylüyordu. Bize demokrasi meselenin farkında olan bilinçli bir halkın tabandan gelen talebiyle gelmedi. Osmanlı sonrası ülkeyi, vatanı, vatan toprağını kurtaran başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, onun gibi düşünen eğitimli, lider kesimin geleceğe ancak demokrasi ile yürünebileceğini, gelişmekte olan dünyaya ancak demokrasi ile ayak uydurulabileceğini ve bu fedakar milletin kendi kendini yönetmeye layık olduğunu düşünmesi ile hayata geçti. Neredeyse hediye edildi desek yeridir. (Burada bir saplama da yapalım. Bugün içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşanan sıkıntılara ve yine bu coğrafyada Türkiye’nin pozisyonuna baktığımızda Atatürk’ün dehasını görmemek körlük, görmek istememek ise ancak nankörlük olur herhalde.)

Halkın Mustafa Kemal ve arkadaşlarına duyduğu güven, bu yeni anlayışın, demokrasinin  nispeten kolayca kabulünü getirdi. Getirdi getirmesine ya “alışmadık …… don durmaz” misali, sonrasında demokrasiyi yaşamakta, standartlarını yükseltmekte beceriksizliklerin en ihtişamlılarını yaşadık. Yaşamaya da devam ediyoruz. O kadar ki nerdeyse 100 yıl olacak, hala sağlıklı bir demokrasimiz olduğundan söz edemiyor, taşların yerli yerine oturduğu, çarklarının, mekanizmalarının her ne koşulda olursa olsun tıkır tıkır çalıştığı bir yapıdan bahsedemiyoruz. Yazık ! Vallahi yazık !

Neden peki ? Basit ! Hiç uzağa gitme, suçu onda bunda aramaya falan da kalkma. Bunun müsebbibi koç gibide sensin, benim, biziz. Demokrasi sanırım hamurumuzda, mayamızda yok. Kaçımız bir siyasi partiye üye mesela ? Kaçımız bir sivil toplum örgütüne, vakıfa, derneğe, sendikaya vs. Yada kaçımız bunlardan birinin yönetimine talip oldu. Yönetmeye, yönetime ortak olmaya, söz söylemeye, “öyle olursa tamam, böyle olursa ben, biz yokuz” demeye alışık değil altyapımız, anlayışımız vs. vs. Yüce Allah’a amenna ama hala yeryüzünde birilerine kulluğa, teba olmaya alışık bir kısmımız. Kör mü yani gözünüz ? Görmüyor musunuz haşa Allah’ın Resul’üne bile ölçüyü kaçırmamamız gerekirken yeryüzünde bir dolu insanın elini eteğini öpmeye pek bir meraklı bazılarımız. Ondan diyorum mayamızda yok. Yönetmeye değil, yönetilmeye, dilim varmıyor aslında yazmak istediğim kelimeleri yazamıyorum. Kibarca söyleyeyim yön verilmeye alışmışız. İçimizden birilerine yönünü gösterecekler, sorgusuz sualsiz yürüyecek onlar. Vermişiz vekaleti (ben ona ipin ucunu diyorum) birilerinin eline, çekip duruyor bizi istediği yere.

Yalan mı ? bak çevrene. Apartman yöneticisi on yıldır aynı kişi. Kimse talip olmuyor ki. Ne uğraşacaksın angaryayla, bırak yapan yapsın. Taşın altına elini koymaya gelince yoksun ama eleştirmeye gelince hemen iki komşu bir araya gelince verip, veriştiriyor, apartmanı kurtarıyorsun. Evladı okuldan mezun olmuş, okul-aile birliği başkanlığını kucağında kalmış kadıncağızın. Ufaklık başlasa da bu okula devam etsem bari diyor. Aday yok. Bak çevrendeki dernek, oda başkanlarına on yıllardır değişmemiş. Koltuğundan kaldırmak imkansız. Her türlü allem gullem mübah koltuk için. Muhtar 30 yıldır aynı muhtar. Adam artık hasta, gidici ama muhtar. O kadar ki babadan oğula, babadan kıza, toruna torbaya geçiyor. Saltanat gibi. Herkeste memnun. Garip değil mi ?

Ya siyaset kurumuna ne demeli ?  Siyaset ehli görüntüsündeki zevat-ı muhterem. Hiç değilse asgari müşterekte ortak ses çıkarmaktan aciz. Her enstrümanı ele geçirenin bambaşka makamdan çaldığı, dediğim dedik diye tutturduğu, bir anlayışsızlık, bir hoşgörüsüzlük. Dedim ya demokrasi anlayışı hamurumuzda, mayamızda yok. Elbette eğitimle geliştirilebilir. Eee o da yok. Bu altyapıdan ideal siyasi portreler çıkacak değil ya. Düşünsene her başa gelenin, her poposu koltuk görenin beklentilerine göre kuyruğundan kulağından çektiği demokrasi bir ucubeye dönüşmekten kendini nasıl kurtarsın ? Zavallı elimize düştüğüne bin pişman. Onu şekle sokmak noktasında sözü dinlenecek olan senin, benim zaten dünyadan haberimiz yok. Umurumuzda da değil. Şekillenmesi konusunda söz sahibi olmak gibi bir derdimizde, niyetimizde yok. Bizzat oturduğu apartmanın yönetimiyle ilgilenmeyenin ülke yönetimiyle ilgilenmesini beklemek saflık olmaz mı ? Demokrasi de yılmış elimizden. Hani mümkün olsa bıraksan, kaçıp gidecek. Ne haliniz varsa görün diyecek.

18 Haziran 2013 Salı

ASLINDA NOT BİRİKTİRİR İNSANOĞLU

Yaşamdaki güzergahı ne olursa olsun sürekli değerlendirilir, not biriktirir insanoğlu.
Fazlasıyla önemser kimisi, hiç kafaya takmaz diğeri ya ne önemi var ?
Uslarda, bilinçli ya da bilinçsiz yapılan ve hiç duraksamadan süre giden bu değerlendirme, zaman içinde, farklı farklı insanlık seviyelerine pozisyonlar bizi.

Suya düşen damlanın etrafındaki halkalar misali kimi en yakın, kimi en uzak halkada, dizi dizi, anne, baba, kardeş, eş, çocuklar, komşu, kanka, sevgili, tüm arkadaşlar, ekibinde çalışanlar, iş arkadaşların, seçmenin, müdürün, direktörün, asistanın farkında olarak, olmayarak notlayıp dururlar seni.

Attığın her adım,
uzattığın el,
verdiğin reaksiyon,
yazdığın her bir satır,
kötü sözlerin,
iyi sözlerin,
görmezden gelişlerin,
uyarıların,
artı yada eksi olarak eklenir insanlık hanene.

İnsanlık hanene diyorum çünkü
iyi doktor,
golü koklayan futbolcu,
sağlam aktör,
başarılı iş adamı,
iyi satan satışçı,
güçlü politikacı,
deneyimli bir profesyonel olsan kaç yazar ?
Hadi belki elin güçlenir yasam mücadelesinde,
belki cebin para dolar.
Tamam da insanlık hesabına kaç yazar? 

Eşin, dostun, yakınındakiler,
şu veya bu yolla ikna ettiklerin,
minnettarlar, menfaattarlar,
her sözüne “ağamsın”,
her hareketine “paşamsın” diyenler hep alkışlasa,
içinden ne geçirirse geçirsin yüzüne baktığında hep gülümseyenler verse gazı sana,
içeriği ne olursa olsun her sözünü, kararını onaylasa, en aptalca fikirde “nasıl da aklınıza geldi, bak biz düşünemedik” dese ne yazar ?
Avarajındır önemli olan.

Avarajın kaç ki senin ? Ben matematiğe inanırım, avaraja bakarım.
100 puan alsan eşinden dostundan,
100 puan alsan aynı yolun yolcusundan,
100 puan alsan her bir senin gibi düşünenden,
maksimum kaç olur ki avarajın senin ?

Adaletin eşit mi her bir çalışanına ?
Örtebiliyormusun bir gencin hatasını ?
Düştüğünde, mağdurken kaldırabiliyormusun en nefret ettiğin adamı ?
“İnsan" gibi "insan" dedirtebiliyor musun sevmeyenine bile ?
Mahçup edebiliyormusun en art niyetli olanı, en art niyetli davranışında ?
Sevmese bile saygısı var mı düşmanının ?
“Bırak başarısı yada başarısızlığını bir yana, insan olarak kaç verirsin ?” dendiğinde 90, 100 değilse bile 50, 60 alabiliyormusun ondan da ?
Tamam kabul ettim makbulsun, muhtemel makbulüsün de Yaradan’ın . . .





20 Mayıs 2013 Pazartesi

İNSANIN AKLI BİR KERE ÖRTÜLMEYE GÖRSÜN

Mustafa Kemal Atatürk’ü, verilen mücadeleyi , onun perspektifini, ortaya koyduğu vizyon ve ilkelerini itibarsızlaştırmaya çalışan kesimlerin son yıllarda bu çabalarının dozunu iyice arttığını görmemek için kör olmak lazım. Kendine zemin bulan bu zihniyet Atatürk’e dair ne varsa vuruyor. Kimi alenen yaparken kimide insanların zihnini karıştırmak, bulandırmak için farklı kılıf ve maskelerle yapıyor bunu. Mesela “en bi çağdaş” kardeşlerimiz var. Hani sanki daha aydınlar, sanki çok daha ilericiler. Çok bilmişler yani . . . Tabi sorsan onlara kardeşim ne ile sorunun var ? Neyi daha çağdaş hale getirmeye çalışıyorsun ? Atatürk zaten bizatihi kendisi devrimcilik ilkesi ile kendini yenileme vizyonunu ortaya koymuş. Eğer iyi niyetli isen bunu niçin Atatürk’e saygı duyarak yapmıyorsun. Niçin Atatürkçü düşünceyi yıkma gereği duyuyorsun ? Cevap yok.

Bu zihniyet , yaşananlar bugünün meselesi değil, Milli Mücadele yıllarından beri var. Kıyılarda köşelerde , arka odalarda uğraştı durdu yapılanmaya. Güçlenmeye çalıştı. Mahalle aralarında, kurumlarda , üniversitelerde , hemen her yapıda kendine yer bulmaya çalıştı. En hassas değerleriyle oynadı halkın. En olmadık hislerini suistimal etti. Etkilemeye , kendi çizgisine çekmeye çalıştı. Atatürk’ü, onun çizgisinde olanları dinsizlikle itham etti. Bu düşünce doğal olarak dışarıdan destekte buldu. Siyasi iktidarlar üç beş oy uğruna göz yumdular önce. Sonra oyların sayısı artınca bu sefer o oyların mahkumu oldular.

Peki Atatürk’ün itibarını sarsmak , Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını onun çizgisinden uzaklaştırmak neden bu kadar önemli ? Çünkü Atatürk ve ortaya koyduğu vizyon yaşanmış bitmiş bir şey değildir. Milli Mücadele’yle başlayıp bugünlere kadar gelen bir idealdir. Yakalandığında nihayetlenecek olan değil aksine ulaşıldıkça kendini daha ötelere taşıyan bir hedef , bir yoldur. Türk, Kürt, Boşnak, Arnavut, Çerkez, Alevi, Sünni, Ermeni , Süryani tüm ülke vatandaşlarını bir arada tutan tutkaldır. İçinde bulunulan coğrafya’nın gururu , topyekun bir ortak duruş , milli iradedir. Atatürk ve çizdiği vizyon yıpratılmadığı, yok edilmediği sürece Türkiye Cumhuriyeti bölgede her zaman söz söylemeye muktedir bir güç olacaktır. İşte bu yüzden bir şekilde yıpratılmaya , mümkün olduğunca zayıflatılmaya çalışılmaktadır.

Önceki gün yine sinir bozan bir duruma tanık oldum. Habertürk Televizyonu , Tarihin Arka Odası programı. Malum düzgün bir program, ciddi katılımcılar, tarih konuşuluyor, ötesi var mı ?  Murat Bardakçı, Prof.Dr.Nurhan Atasoy, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine atanan Doç. Dr. Erhan Afyoncu ve yakınçağ Osmanlı Tarihi uzmanı Prof.Vahdettin Ergin.
Milli Mücadele’ye, özgürlük için verilen savaşa karşı olan Sadrazam Damat Ferit Paşa ile ilgili  konuşulurken, bir kısım zümrenin Damat Ferit Paşa’yı övdükleri dile getirildi.
Erhan Afyoncu “Şimdi birde bu çıktı biliyor musun ? Damat Ferit’e methiye düzmek.  Yanlış anlaşıldığını söyleyenler var. Yani her türlü olumsuzluğu olumlu hale getirmek için uğraşıyorlar. Hatta İnönü savaşlarının olmadığını söyleyenler var.” Diyor.


Profesör Engin “Evet Milli Mücadele’nin olmadığını söyleyen insanlar var. Yazık , on bin şehit var. O on bin şehidin hatırasına yazık.  Şu söyleniyor  Atatürk Sivas Kongre’sinde İngilizlerle anlaştı. Memleketi sattı. Ondan sonra yapılanlar hep danışıklı dövüş. İnönü Savaşları , Sakarya Savaşı . . .”
Erhan Afyoncu “Evet böyle abuk subuk iddialar var.”
Nurhan Hoca “Haram olsun onlara bu yapılanlar” diyor.
“Ve üstelik bunları akademik unvanı olan insanlar söylüyor” diyorlar. “Yani sıradan insanlar değil. Evet akademik ünvanı olan insanlar. Akademik unvanları var.”
Murat Bardakçı “Doçent , Profesör yani . . .”

Sen düşün gerisini. Şu an halihazırda üniversitelerde görev yapan, öne çıkmış, kıymetli hocalar söylüyor bunu. Kendi meslektaşlarının içine düştüğü durumu söylüyorlar. Daha ne desinler ? Düşün kimlerin ellerine teslim ediyoruz çocuklarımızı , geleceğimizi. Düşün nasıl bir nesil yetişir bu insanların elinde. Düşün sonun ne olur ?
İnsanın aklının üstü bir kere örtülmeye görsün. Ne o döneme dair yazılmış anılar, belgeler, fotoğraflar, ne o dönemi bizzat yaşamış insanların anlattıkları hayır eder. Resmi tarihi zaten toptan inkar ederler. Sürgüne gönderilmiş Hanedan Ailesi’nin üyeleri dahi saygı duyarken, takdir ederken Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının yaptıklarını, onlar padişahtan çok padişahçı olup çıkıverirler.

İnsanın aklı bir kere örtülmeye görsün.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

LAİKLİK DİNİN ALTERNATİFİ DEĞİLDİR

Bazı çevrelerce sürekli farklı , yanlış mana yüklenmeye çalışılan ve maalesef insanlarında ekranlarda , medyada dillendirildiği haliyle kabullendiği bir duruma kendimce yeter artık demek istiyorum.
Devletin laik olabileceği , ancak kişinin laik ise Müslüman , Müslüman ise laik olamayacağı durumu...

Bir insan hem laik hem de Müslüman pek tabi ki olabilir. 

Çok temel bir mantıkla laiklik dinin alternatifi değildir. Örneklemek gerekirse siz ya Müslümansınız , ya Hristiyan. Aynı zamanda hem Müslüman hem Hristiyan olamazsınız. Ya Müslümansınız yada Budist. İkisini aynı anda olamazsınız. Hadi olmadı daha ileri götürelim ya Müslümansınız ya da Ateist. Hem yaratanın varlığına inanmayıp hem Müslüman olmanız söz konusu değildir. Ancak tüm bu saydıklarımız inandığınız dinin kendince alternatifleridir yada bir yaratıcıya inanılmaması halidir.


Oysa ki laiklik dinin alternatifi değildir.



Nedir laiklik ? Uzun uzadıya tanımlar içinde kaybolmaya , toplumdan topluma değişen uygulama yada yorum farklarına , Türkiye'de tam manasıyla laiklik vardır yoktur gibi polemiklere girmek anlamsız. En temel tanımı itibarı ile Laisizm devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olması anlayışı , halidir.



Meselenin felsefi yaklaşımına girdiğinizde niyetinize bağlı olarak , arzu ederseniz din adına bir dolu negatif yan bulursunuz tıpkı pozitif noktalarda bulabileceğiniz gibi. Çünkü işin içine yorum girer.



Oysaki önemli olan siyasi ve hukuki anlayışlardır. Yönetim açısından önemli olan da bunlardır. Laiklik siyaseten siyasi iktidarın dini iktidardan ayrılmasını ifade eder. Yine hukuken de kısaca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması , devletin farklı dinlere mensup vatandaşlarına eşit mesafede durması meselesidir.



Ha birde şer'i bakış açısı var. Şöyle diyebilirsiniz. Ben Müslümanım ve ülkemde şeriata yani İslam hukukuna uygun bir yönetim istiyorum. Hatta daha ileriye götürüp bu şekilde düşünmeyen Müslümanlıktan çıkar da diyebilirsiniz. Ben İslam alimi değilim ve bu yaklaşımla ilgili ne söylesem boş , saygı duyarım. Ancak o zaman zaten laik bir devletten söz etmenin manası kalmıyor. Yani devlet laik , kişi Müslüman vs. polemiklerini zaten hepten unut.



Şimdi bunun kuyruğu kulağını sündürüp , sürekli farklı manalar yüklemeye çalışmaya ne gerek var.  Ben hem laik devlete , laik perspektife sahip bir yönetim anlayışına inanıyorum, yani laiklik prensibini destekliyor, laiğim diyorum hemde "Elhamdülillah Müslümanım". Bu topraklara aşık ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ferdi olarak Budist de doğabilirdim. Var mı daha ötesi.



Tüm bu kavramları maniple edenler ; popüleritenizi artırmak yada üç günlük çıkarlarınız için insanların akıllarını karıştırmayı , şu ülkenin güzel insanları arasına nifak sokmayı bırakın artık.

2 Mayıs 2013 Perşembe

MÜŞTERİ SADAKATİNDE KAVGA MESELESİ

Ötelerden beri söylenegelen bir deyim var. “Büyük dostluklar kavgayla başlar.” Benim kavgayla başlayan bir dostluğum yok, böyle bir deneyim yaşamadım. Kişisel teyidim yok yani. Başkalarının yalancısıyım. Öyle duyarıom, öyle derler, diyorlar, bilmiyorum.

Ama bu deyimi satış yada satış sonrası ile ilişkilendirdiğimde söyleyecek sözüm var. Ben şikayet ederek iş dünyasındaki tabiriyle “case” açılmış, problem yaşamış müşteriyi çok severim. Hatta şirketlerin bu konu üzerinde halihazırdakinden çok daha fazla kafa yorması gerektiğine inanırım. Bir kuruma, bir markaya duyulan güven ve oluşan sadakatin, bunun paha biçilmezliğinin, yeni müşteri kazanım maliyetiyle var olan müşteriyi elde tutma maliyeti arasındaki uçurumun kavrandığı günümüz iş dünyasında bu meseleyi ben her türlü abartırım. Gerçekten bir fırsattır bu. Hani müşteriyle önce problem çıkartın sonra çözün diyesim var. O derece yani.

Yaşanmış bir problemle başlayan müşteri – marka ilişkisi sunulacak üst düzeyde hizmet sonrası memnuniyete dönüşebilir. Ürün , şirket yada marka ile müşteri arasında duygusal bağın oluşmasını sağlayabilir. Normaldir de ! Profesyonel duruş seçilmiş davranışlarsa, olumsuzlukları avantaja çevirmekse bu bir seçim meselesidir. Alın size bir fırsat. Ya o müşteriyi tamamen kaybedeceksiniz ya da çok sadık bir müşteri edineceksiniz. İlk bakışta abartı gibi görünen bu durum aslında gerçeğin ta kendisidir. Şöyle düşünün bu müşteri sizin için artık sıradan bir müşteri olamaz. Anılarında yer işgal ettiğiniz , sizinle ilgili hükmü olan birisi. Onun zihnindeki bu hikayeyi ya Türk Filmi gibi mutlu sonla sonlandıracak yada hem onu , hem dokunduğu, bu hikayeyi anlattığı her bir potansiyel müşteriyi kaybetme riskini göze alacaksınız. (Bu arada önlerine gelene anlatıyorlar. Benden söylemesi.)

Artık bu müşterinin pozitif anlamda da standart bir müşteri olamayacağı konusuna gelince; mağdur olmuş, üzülmüş, sıkılmış, çare, çözüm arayan bir müşteriye çözüm üretmekle , normal bir müşteriye servis vermek aynı şeyler değildir. Zorluk derecesi ne kadar farklıysa elde edilecek verimde o kadar farklıdır. Sıkıntılı bir ruh hali içindeki müşteriyi bu derdinden kurtarmak ; içinde bir tutam minnette barındıran ciddi bir tatmin bir rahatlama getirecektir. Yeni baştan ciddi bir güven ilişkisi kurulacak, sadakat olasılığı daha yüksek olacaktır. Güvendiği dağlara kar yağmamış , güveni boşa çıkmamıştır. Özellikle bizim gibi duygusal manada yoğun toplumlarda bu güçlü bir olasılıktır. Dostu yanında olmuştur, onu yanıltmamıştır, “helal olsun”dur vs vs. Evet bu hikayede vasat, orta yoktur. İyi yada kötü vardır.
Sonuç olarak genel manada müşteri ilişkileri yönetimi , daha spesifik olarak da satış sonrası süreçlerinde müşteri memnuniyeti, sadakat gibi kavramların ne kadar içselleştirildiği (tabi kurumsal manada), strateji ve uygulamalar sürekli gözden geçirilip, değerlendirilmeli. Güncellenmeli, dozu mümkün olduğunca müşteri lehine artırılmalı. Direk dokunan noktalar olan bayiler, satış noktaları, teknik servisler, çağrı merkezleri vb mecralardaki kalite ve bilinçten ödün verilmemeli ve bu noktalara şu aşılanmalı ki her sorunlu müşteri potansiyel sadık müşteri, marka destekçisi, hatta bir nevi marka elçisi haline gelebilir.

Hadi o zaman kavgaya devam, barışmak şartıyla tabi . . .

14 Nisan 2013 Pazar

NARSİZM VE LİDERLİK

Narsisizm , kendini olması gerekenden fazla beğenme , sevme , kendine olması gerekenden fazla inanma , güvenme hali. Aslında bu durumu psikiyatrlar kişilik bozukluğu olarak da değerlendiriyor. Narsistlerin en belirgin özellikleri; uslarındaki her ne olursa olsun onu gerçekleştirmeye dair son derece güçlü bir motivasyon , onun dışındaki her türlü düşünceye kendini kapama , aksi düşüncelere ve eleştirilmeye tahammülsüzlük , etrafındaki insanlardan düşüncelerini kayıtsız şartsız tasdik ve hatta itaat beklentisi , kendine inanmışlığından mütevellit güçlü bir ikna becerisi vb.

Kısmen sanki bir liderde aranan özellikleri sıralıyor gibiyiz değil mi ? Doğru aslında. . . Hemen her lider biraz narsistir ve belki olmalıdır da. Çünkü o katı duruşun , güçlü karakter yapısının zemini narsist kişilik. Nitekim narsisizm ile liderliği yan yana koyduğumuzda ya da bir narsistin öne çıkan özelliklerine baktığımızda bir çoğuna rahatlıkla bunlar bir liderde bulunması gereken özellikler diyebiliriz. Zaman zaman kesişen , zaman çelişen yanlarıyla liderliğe yakıştırdığımız narsisizmi bir yöneticiye , sağlıklı bir yönetim anlayışına yakıştırmamız ise imkansız. Her şeyden önce dinlemeyi , anlamayı , uzlaşmayı , kaynaklar çerçevesinde çözümler üretmeyi yada “ne yapmak istiyoruz”dan ziyade , “bizden ne bekleniyor”a yoğunlaşmayı temele koymuş bir yönetim anlayışına yakıştırmamız mümkün değil.

Sağlıklı işleyen bir demokrasiye yakıştıramayacağımız gibi. Her ne kadar tanımı tartışıladursun aslında temelinde yalnızca çoğunluğun değil azınlıklarında ve hatta her bir bireyin temel (insan) haklarının garanti altına alındığı , bir anlamda insanı , insan memnuniyetini esas alan bir anlayışa yakıştıramayacağımız gibi.

Birde sonradan olma durumu var. Geçmişinde olmasa bile zaman içinde bulundukları pozisyonun kendilerine sunduğu imkanları ve gücü , çevresinden de gelen aslı olan/olmayan övgü ve iltifatlarla , zaman içinde kendi öz-güçleri ve kerametleri sanma durumu. Elbette buna narsisizm demek doğru değil ama dozu kaçtığında farkı kalmıyor sanki. Oysa ki sürdürülebilir başarının altına tüm paydaşların memnuniyeti , mutluluğu yatıyor. Sözü geçenin , yada oranı ne olursa olsun bir kısmının mutlu olup , sairde kalanların mutlu olamadığı bir yapıdan süre giden bir başarı , uzun bir ömür beklemek hayaldir.

Zaman zaman olağanüstü durumlarda pozitif katma değermiş gibi görünse de narsisizm liderin yetkinliklerine ve içinde bulunulan şartlara bağlı olarak bir toplumu , bir şirketi aydınlığa çıkarabileceği gibi bir felakete de sürükleyebilir. Nitekim dinamikleri oturmuş , nispeten stabil yapılarda, zaten özünde bildiğini okuyan bir yaklaşım, zaman içinde önemli, onarılması zor tahribatlara sebep olabilir. Uzun soluklu başarı , sağlıklı değişim ve gelişim süreçleri ancak konuşarak , anlamaya çalışarak, ikna edip , işbirliği yaparak gelişir.

DEMOKRASİYİ HAK EDİYOR MUSUN? KESİNLİKLE HAYIR!

Hiç alın teriyle, emekle kazanılanla babadan kalanın hali bir olur mu? Hele yoklukla okumuş, senelerce dirsek çürütmüş sonra iş hayatına atı...