Oysa son yüzyılda, markaya, markalamaya, markalaşmaya dair, gerek iş dünyasında pratikte, gerekse üniversitelerde teoride kafa yoruluyor, işler, projeler hayata geçiriliyor, kitaplar yazılıyor, dersler, konferanslar veriliyor. Son yüzyılda dedim ama markanın geçmişi belki 150-200 yıl. Daha köktenci bir bakışla belki çok çok daha eski. Neyse gelin anlaşabilmemiz için, bugün anladığımız anlamdaki marka meselesine geriye dönük yüz yıl diyelim.
Peki marka bu kadar
üzerine düşülmeyi, önem verilmeyi hak ediyor mu? Hak etmez olur mu? Ediyor
çünkü şu ana kadar yazdıklarımdan ibaret değil marka. Yazdıklarım markanın bir
anlamda tescil sürecindeki tanımı. Oysa marka bir o kadar derin mevzu.
Bu yazıda pazar, hedef
pazar, konumlandırma vs. konularına girersek çıkamayız. O sebeple markanın
tanımından devam edeceğim ki derdimi anlatabilmem için bu kafi.
Ben markayı zihinlerdeki
algı olarak görürüm. İsmini okuduğunda, şeklini, logosunu, rengini, markaya ait
ayırt edici bir ürünü, enstrümanı gördüğünde tanıma (bilinirliği) ve zihinde
oluşan algı. İyi, kötü, hayranlık, güven vs. vs. Bu algı nasıl oluşuyor meselesi
de uzun uzadıya bir konu da biz “marka”nın günümüzdeki içeriğinin yanından
ayrılmadan anlatmak istediğimizi anlatalım. Markanın çıkış noktası adı üstünde
mark, işaret, işaretlemek, işaretleyerek diğerlerinden ayırmak, fark. 150-200
yıl önce hayvanlarını damgalayarak ve diğerlerinden ayırt edilmesini sağlamak
artık bugün anladığımız anlamdaki marka için kafi değil.
Marka artık daha iyi,
daha güzel, daha kullanışlı olmayı, daha müşteri odaklı olmayı, memnuniyeti,
daha da ötesinde diğerlerinde olmayan faydayı ve hatta inovatif bir bakışla
kendi bulduğu, icat ettiği yenilikleri, diğerlerinde olmayan faydayı vaat
ederek fark yaratıyor, farklı oluyor. Bugün anladığımız anlamda marka, yapıştır
üstüne logoyu devri bitti, kafi değil. Tanınabilirsin, bilinebilirsin, ayırt
ediliyor olabilirsin. Lakin bu marka olmak mıdır? En temel manada evet. Günümüz
müşteri memnuniyetini önceleyen anlayışta kesinlikle hayır!
Dedik ya marka ayırt
edici faydayı/faydaları vaat eder. Vaat şart lakin kafi değil. Vaadi yerine
getirerek azami memnuniyeti sağlamak gerekiyor. Kafi mi? Yine değil. Hala
değil. Bu kurgunun sürdürülebilirliği de son derece önemli.
Toparlayacak olursak vaat,
iletişim, fayda, fark, memnuniyet, sürdürülebilirlik ve nihai olarak bunların
sonucu oluşan itibar markayı gerçek bir marka yapar. Tüm bu bileşenlerin
arkasında durmak, yaşatmak itibar yönetiminin de alt başlıkları zaten. İtibarsız
bir marka zaten olamazda hakiki ı yüksek bir marka bana göre gerçek markadır.
Gelelim markacıklara.
Yok burada Kıbrıs aksanının mütevaziliğine gönderme falan yok, direk kendini
marka zannedenlere söylüyorum. Markacıklar. Ya da yazının başlığında
kullandığım gibi içi boş, obez markalar! Markanın vaat ettiğinden bahsetmiştik.
Vaat etmek, fark için, fayda için taahhütte bulunmak, vaat ettiğinin arkasında
durmak, markanın altını doldurmak, hele hele bunu sürdürmek kolay iş değildir.
Yaşamda, iş yaşamında
tecrübe biriktirdikçe insanın farkındalığı artıyor. Sonra ne mi oluyor? Çok
daha deneyimsiz iken bakıp görmediğin, görsen de önemsemediğin eksikler,
yanlışlar gözüne çok daha fazla batmaya, rahatsız etmeye başlıyor. Hele hele de
kısmen belli bir kalite çıtasını tutturmuşların en küçük zorluklar karşısında
küçük hesap yapıp, hele de müşteriyi salak yerine koymaları insana eyvah eyvah
dedirtiyor.
Geçenlerde anlı şanlı
bir akaryakıt dağıtım şirketinin istasyonunda personel müşterinin birine öyle çirkin
davrandı ki her şeyi göze alıp, müdahale etmek zorunda kaldım. Müdahale derken
yaşım gereği babacan bir tavırla ve gerçekten son derece tatlı bir dille,
birazda mesleğim gereği, istasyona gelen bir müşteriye böyle davranmaması
gerektiğini, o an çok önemli bir markayı temsil ettiğini, sadece o müşteri
değil o an orada olan tüm müşterilerin kendisini izlediğini izah etmeye çalıştım.
Çalıştım çalışmasına da personel adamcağızın arkasından vır vır konuşmaya devam
etti. Yok dedim bu bir kabus olmalı. İşin kötüsü her an hadise büyüyebilirdi. Muhtemel
o personelin davranış bozukluğu problemi vardı. Böyle bir marka bunu pas
geçemezdi. Bendeki kalite çıtası çok yukarılarda olan bu markanın
istasyonlarında benzer hallere tekrar şahit olmam bendeki algısını çökertir ki
bu bir talihsizlik değil de marka yönetiminde, itibar yönetiminde bir zafiyet
ise mutlaka yaşanacak demektir.
Yine yılların perakende
zincirinin meyve sebze reyonundaki ürünlerin pazarda kendini ucuz olduğu
vaadiyle, uygun fiyatla konumlamış bir diğer zincirin ürünlerinden çok daha
özensiz olması, kalitesiz ve hatta çürük çarık olması son derece rahatsızlık
verici değil mi? Daha fazla ödeyip, daha kalitesiz ürün neden alınsın ki?
Dedim ya farkındalık
artınca rahatsızlık da artıyor. Mesela dünya para verdiğin, büyük marka olduğu
iddiasındaki bir kalem markasının roller ucu bitiyor. Hiçbir ilgili satış
noktasında yedek uç bulamıyorsun. Kalemi var, satılıyor, yedek ucu yok. Ya da
üzerindeki mavi ince (fine) ucu değil de siyah kalın (broad) olanını kullanmak
istiyorsun. Yok. Bulamıyorsun. Elbette yedeğinin her bakkalda, büfede,
kırtasiyede bulunmasını beklemek haksızlık olur. Sonuçta optimum bulunurluğu
gözetmek lazım. Lakin kalemini sattırdığın noktaya yedek ucunu sattırmamak,
bunun adı kalitesizlik, müşteriyi hayal kırıklığına uğratmak, itibarda
noksanlık. Böyle marka olunmaz. Hiçbir şey yapamıyorsan bu ve benzer ihtiyaçları
duyan müşteriye o ürüne nasıl kolayca ulaşabileceğini dağa taşa yazarsın. Hakikaten
de müşteri o yolu kullanarak kolayca ürüne ulaşabilir, bir tanecik yedek ucu
bulmak için yırtınıp durmaz. O zaman tamam. Yeri geliyor internette bile bulmak
için dokuz takla atıyor, bulamıyorsun. Bu durumda olan marka hala marka olarak
görülüyorsanız biliniz ki geçmişte seleflerinizin, işini iyi yapanlarınızın,
sizi marka yapanlarınızın yarattığı algıdan, itibardan, mirastan yiyorsunuz. Bu
o demek. Bu devran bir süre daha böyle gider. Bir süre daha sefanızı
sürersiniz. Üzerinize düşeni yapmaz, markadan itibardan ödün vermeye devam
ederseniz elbette sonunuz hayırlı olmaz.
Hiç abartmıyorum. Hadi
dünya para verdiğiniz gözlüğünüzün camında küçük bir çizik oluşsun. E gözlük
henüz pırıl pırıl ama camdaki çizik sizi rahatsız ediyor. Dur AVM’ye gelmişken gözlüğün
camını değiştirteyim diyorsunuz. Nerdeee . . . . Şanslıysanız distribütörden getirtecek. Olmadı
yurtdışından geliyor diyecek. Kaç gün? 10 gün ile bir ay arası. Neden bu kadar
bekliyorum ki? E mağazalarda stok yok. Tamam her mağazada stoğu olmasın lakin
bir, bilemedin iki gün içinde mağazaya ulaştırabilecek bir merkez stok neden
yok? Ben gözlüğümü 15-20 gün neden kullanamıyorum ki? Orta halli bir gözlüğün 4
- 5 katı fiyata satmayı biliyorsun. Sonra sonra camı yok.
Çevremiz o kadar çok
obez marka ile dolu ki. Sen böyle olursan sayın müşteri sayıları artmaya da
devam edecek. Sadece adı, markası . . . . . . . diye alıyorsun. Beklentilerin o
kadar yerlerdeki alamadığın hizmetten, faydadan rahatsız olmuyorsun. Tabiri
caizse üstündeki gömleğin üzerinde . . . . . . markasının yazıyor olması
beklentilerinin %90’nını karşılıyor sanki. Kimse kusura bakmasın da bizde de var.
Büyük problem bu. Sen de iyice tepkisiz oldun be kardeşim. Bir garip oldun. Her
mağduriyete boyun eğer oldun. Ya hakkının farkında değilsin, ya hak ettiğini
düşünmüyorsun, ya hakkını aramıyor, arayamıyorsun. Hakikaten bir garip oldun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder