15 Mart 2025 Cumartesi

KÖTÜLÜKLER YOK OLSUN GÜZELLİKLER ÇOĞALSIN

Ülkemizin önemli gruplarından birinin CEO’su, şirketin bir başka üst düzey yöneticisini, çalışanlara gönderdiği Ramazan kutlama mesajı nedeniyle ikaz ediyor. Konu duyuluyor ve bu uyarısı nedeniyle “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” suçundan gözaltına alınıyor. Akabinde adli kontrol şartıyla serbest bırakılıyor.

Konunun iki yönetici arasında bir geçmişi olduğu falan söylendi. Öyle de olabilir. Bu bir iç yazışma olabilir. Ya da ifadesi alınıp bırakılmış olabilir vs. Hiç önemli değil. Koskoca bir ülkenin gündemine düştü mü? Düştü. CEO gözaltına alındı mı? Alındı. Gazeteler yazdı. CEO istifa etti. Yedi düvel duydu mu? Duydu. Peki şimdi bu hoş mu oldu ülkemiz adına?

Nasıl üzülmeyeceksin? Şu canım ülkede güzel şeyleri, güzellikleri konuşmak varken mevzuya bak. Ne bu? Tahammülsüzlük mü?. . .  Sağduyu, hoşgörü bu kadar mı yitip gitti bu ülkeden?

Ramazan gelir. Oruç tutarsın tutmazsın, o kişinin kendisi ile ilgilidir. Tutan tutmayana karışmaz, tutmayan tutana karışmaz, hatta iltifat eder, “Allah kabul etsin” diyerek ibadetinin kabul olması dileğinde bulunur. Oruç tutmak sadece aç kalmak demek değildir. İnsanın her manada kötü olandan uzaklaşması, nefsini kontrol etmesidir ki Ramazan ayında bir sükun, bir huzur ortamı hasıl olur. İftar yemekleri düzenlenir, birbirlerine iftara gidilir. O kadar ki farklı inançlardan insanlar da iftarlara davet edilir. Onlarda bu davete icabet ederler. Özenle hazırlanmış sofralarda hep birlikte yerler yemeklerini. Gönüller ısınır. Kaynaşır. Bir olunur. Kenetlenir insanlar birbirine. Çok hoş değil mi? Çok güzel değil mi?

Muharrem ayı da öyledir. Özeldir, kıymetlidir. Yine muharrem ayı içinde aşure günü vardır. Türkiye’de yetişip de aşure sevmeyen yoktur sanırım. Hangi inançtan, hangi mezhepten olursa olsun aşureler yapılır. Komşulara dağıtılır. Ağızlar tatlandırılır. Yine gönüller ısınır, toplum kaynaşır, bir olunur, kenetlenir insanlar birbirine.

Küçüktüm, rengarenk yumurtaların ikram edildiği Paskalya günü vardı. Dini, mezhebi yoktu. Hayal mayal hatırlıyorum. Öyle bir çok renk yoktu ama renkli yumurtalar ne hoşuma giderdi. Komşuyu komşuya, insanı insana yakınlaştıran şeylerdi bunlar. Şimdi yapan var mı bilmiyorum. Komşularımın arasında elinde yumurta ile kimseyi görmüyorum. Sadece iş dünyasında, o da uluslararası ortamlarda, kimi zaman Hristiyan inancındaki iş arkadaşlarımızın Paskalya’sını kutlama şeklinde. Hatta sosyal medyada cılız bir şekilde. Ne olurdu sahip çıksaydık? Olmayınca daha mı iyi oldu?

Bırak onu çıkıyor birisi “yılbaşı kutlamak günah” diyor. Hele bir de kitlesi varsa, üç kişi, beş kişi fark etmez birilerini etkiliyorsa vay halimize. Ne dediğinin, ne yaptığının, nelere sebep olduğunun farkında değil. Toplumda yeni yılı kutlayanlara karşı bir tepki, ikilik oluşturuyor. Oysa yeni yılı, gecenin kısalmaya, gündüzün uzamaya başladığı 22 Aralık’ı kutlama, Nardugan Bayramı, hatta hatta geyikleriyle, arabasıyla Ayazata ile Karkız bizim kültürümüzde var. Ne yazık unutulup gitmiş. İşin aslı batıdan almış falan değiliz. Hoş batıdan alsak ne olacak? Güzel olanı, seni birbirine kenetleyecek olanı, bir araya getirecek olanı sahiplensen ne olacak?

Yoook olmaz! Bir diğeri çıkıyor, vay efendim “Noel dediğin Hristiyanlık propagandası”ymış. Olabilir. Velev ki doğru. Varsayalım Hollywood tüm bu Noel filmlerini propaganda amaçlı yapıyor, yapmış olsun. Noel hazırlıkları başlıyor. Çam ağaçları, evler süsleniyor. Hediyeler alınıyor. Bir araya geliniyor. Amerika’da bir de Şükran Günü var. Aile bir araya geliyor. Birlikte yemekler yeniyor vs. Tıpkı bizim iftar yemekleri gibi. Velev ki propaganda, evet tüm dünyayı imrendiriyor. Evet o filmler izleniyor. Sen de yap! Bizim bayramlarımızın zemini çok daha eski, ihtişamlı. Mesela Ramazan Bayramı mı, Şeker Bayramı mı diye ikilik yaratacağına, ister “Şeker” ister “Ramazan” olsun, dünyaya tanıt. Bugünün koşullarına en uygun haliyle daha bir sahip çık. Dünyaya sevdir. Yapamıyorsun değil mi? Neden? Çünkü tüm enerjini pozitif tarafa değil, negatif tarafa sarf ediyorsun. Tarafgirlikle, ikilik çıkarmakla uğraşıyorsun. Laik bakış açısına ait her konuya karşısın.

Toplumu birbirine kenetlemek için bu toprakların neleri neleri var. Nevruz’ları, Hıdırellez’leri var. Tüm dünya çocuklarını bir araya getirdiğimiz, dünyanın ilk çocuk bayramı 23 Nisan’ımız var bizim. 23 Nisan geleceği inşa edecek çocuklarımıza dostluk, kardeşlik, barış mesajı vermesi açısından o kadar kıymetli ki! Çok çok daha görkemli kutlanabilir. Tüm dünyaya çok daha fazla duyurulabilir. O kadar ki tüm dünyada kutlanan bir gün olabilir. Merkezi Türkiye olur. Dostluk, kardeşlik, barışın tohumları Türkiye’den atılmaya başlamış olur. Ne büyük bir onur. TV’ler için yaptığımız dizilerimiz yurt dışında önemli bir seyirci kitlesine ulaşıyor. Bu dizilerde peyderpey 23 Nisan işlenebilir. Yeter ki enerjimizi şu kutlanmaz, bu kutlanmaz yerine güzel olana sahip çıkmaya harcasak. Bayramlarımızı sönükleştirmek yerine çok daha coşkuyla kutlasak. Çok daha fazla sahip çıksak. 29 Ekim’ler, 19 Mayıs’lar, 30 Ağustos’lar ne kıymetliler. Sahip çıkılırsa yıllar sonra verdikleri mesaj anlamında ve özellikle birbirimize kenetlenmemiz, tek yumruk olmamız, taş gibi olmamız anlamında çok daha fazla kıymetli olacaklar.

Duracaksak bizi bölenden, ayrıştırandan uzak duralım. Bizi bir araya getirene sahip çıkalım, güzele, güzelliklere sahip çıkalım. Kötülükler yitip gitsin, yok olsun, güzellikler çoğalsın. Değilse yazımın başındaki saçma hallere düşeriz vesselam.

Ayaz Ata Yakutistan
Ayaz Ata Türkmenistan



23 Şubat 2025 Pazar

BAŞARILI OLMAK İÇİN ÜÇ İPUCU

Atelyeler, çalıştaylar, eğitimler, makaleler, elektronik ortam hiç fark etmez kişisel gelişime dair tüm mecralarda karşınıza çıkar; “başarılı olmak için beş tüyo”, “başarıya giden altı yol”, başarının yedi sırrı” ya da benzer bir başlık.

Kuşkusuz bahsedilenlerin çoğu isabetli ve doğrudur. Hangisinin çok önemli ve kıymetli, hangisinin olsa da olur skalasında olduğuna bakmadan ciddiye alıp, o anlamda kendini geliştirmeyi becerenler mutlaka faydasını görürler. Neticede tecrübesini paylaşanlar belli bir tecrübe biriktirmiş insanlardır. Paylaşmak ne güzeldir, paylaşmakla ne güzel etmişlerdir.

Ve kişisel gelişim çabasında olanlar ise o nispette geliştirirler kendilerini, çıkarlar basamakları.

Bu girizgahın sebebi ben de birkaç ipucu ekleyeceğim. Aslında konuya dair alt alta bir dolu şey yazabilirim ama çok bildik olanlara dokunmaya gerek yok. Zaten yazan yazmış, söyleyen söylemiş, okuyan okumuş, uygulayan uygulamış. Belki bir gün kendimden bir şeyler katarak, farklı bir perspektiften onu da yaparım. Ancak bugün o gün değil.

Gelelim benim paylaşmak istediklerime. Tabiri caizse benim vereceğim ip uçlarına.

İstediğinize Değil Sizden Beklenene Odaklanın!

Kuşkusuz her şirketin belirlediği, üst yöneticilere verdiği objektifler, ona göre hazırlanmış performans göstergeleri, hazırlanmış yol haritaları vardır. Bu hedefler yönetim kademelerinde en kılcal damarlara kadar kırılarak, detaylandırılarak iner. Her yöneticinin, çalışanın da o paralelde şirketine, patronuna, yani raporladığı yöneticisine, takımın bir üyesi olarak takıma karşı sorumlulukları vardır. Yöneticiniz şirket genel rotası paralelinde kırılmış, detaylandırılmış hedeflerinizi sizinle ilgili dönem başlarında paylaşır. Ondan da ziyade, pek daha fazlası öyle topyekun değil peyderpey günlük tempo, günlük iş akışında görev talebi şeklinde size gelir. Şirketin, raporladığınız kişinin beklentilerini hayata geçirmek, verdiği işleri sonuçlandırmak kuşkusuz başarıyı getirir. Profesyonellerin en sık düştüğü tuzaklardan biri; kendinden beklenene değil, yapmak istediğine, yapmak istediği biçime, iyi bildiğine, benimsediğine, kendisine kolay gelene odaklanmalarıdır. Kendinden bekleneni ıskalayıp, kendi istediğine odaklanan kişi kendine göre çok iyi işlerde yapsa o kendine göre öyledir. Kendine göre harikalar yaratıyor dahi olabilir. İşin aslı mensubu olduğu ekibe katkısı zannettiği kadar değildir. Üzücü yani hiç katkısı olmayabilir, dahası zarar veriyor olabilir. Kendinizi bu durumdan kurtarmak her fırsatta kendinize şu soruyu sorun; “Benden ne bekleniyor?” Bir nevi eksen kaymasının önüne geçip, sizden beklenen rotaya dönün. Evet sihirli soru; “Benden ne bekleniyor?”   

Yaparım Dediğinizi Yapın!

Sorumluluğunu aldığınız işi, söylediğinizi, taahhüt ettiğinizi kurallar dairesinde ne yapın edin yapın. “Yaparım dediyse mutlaka yapar” dedirtmek çok güçlü bir itibar bileşenidir. İtibarsız başarı söz konusu bile değildir. Yapamayacağınız şeyler konusunda yoğun beklenti yaratmayın. Güvendirmeyin. Dediğini yapmak itibar kazandırırken vaat ettiğini yapmamak yada yapamamak da tam tersi itibar konusunda intihar etmektir. Hele tekerrür ederse size artık kimse güvenmez. “Yaparım dediyse mutlaka yapar”ın zıddı “Bırak Allah’ını seversen neyine güveniyorsun”dur ki bu niteliğin başarılı olma şansı yoktur. Bahse konu görev; ekip, zaman ve bütçe gerektiren aşamaları olan gayet detaylı bir proje de olabilir, kendi başınıza hemen, kısa bir zamanda halledebileceğiniz çok temel bir iş de olabilir. Hiç fark etmez görev layığıyla, beklentileri karşılayacak kalite ve zamanda tamamlanmalıdır. Görevi alırken tüm detaylar, tamamlanması beklenen tarih vb.leri mutlaka konuşulmalıdır. İş dünyası dışımızda gelişebilecek kötü sürprizlere gebedir. Aman olmasın ama ola ki yetiştirememe, arzu edilen kalitede tamamlayamama ihtimali hasıl olursa mutlaka kabul görebilecek bir süre öncesinde, o sormadan yöneticiye bilgi verilmelidir ki bu alternatifi düşünmek bile istemiyorum. Unutmayınız ki sizin yaparım dediğiniz işe güvenerek sizin patronunuzda birilerine söz vermiş olabilir, ya da sizin yapmayı taahhüt ettiğiniz işe bağlı başka işleri olabilir. Onun işlerini aksatmak en son isteyeceğiniz şey olmalı. Sonuç “yaparım dediğinizi yapın”.

“En” Olun, “Daha” Olun!

Başarılı olmak için kendinize sakladığınız, kendinize ait, kişisel anahtar performans göstergeniz “en” yada “daha” olsun. Toplantıya “en” önce siz gelin, toplantıya “en” hazırlıklı da yine siz olun. Genel içinde “en” olmaya, mukayesede ise en azından “daha” olmaya gayret gösterin. Mesela satış departmanındasın, hedef tutturmada en yüksek yüzdeyi siz yakalayın, en iyi raporlamayı siz yapın. Finans departmanındasınız, bankadan alınabilecek en iyi oranları siz alın. Genel içinde “en” dedik şimdi mukayeseye bakalım. Finanstan devam edecek olursak en değilse bile kardeş şirketin finansından “daha” iyi oranı almış olun. Bir pozisyon için iki adaydan biri iseniz “daha” iyi, “daha” istekli olun. Dün olduğunuzdan “daha” güçlü olun. “Daha” istekli olduğunuzu herkes görsün. Hedefiniz her zaman “en” olsun, “daha” olsun.

29 Aralık 2024 Pazar

İÇİ BOŞ , OBEZ MARKALAR

Meramıma gelmeden önce markaya, markanın ne olduğuna, marka kavramına nasıl baktığıma dair bir şeyler yazmam gerek sanırım. Markayı tescilletme, kaydettirme perspektifinden baktığımızda marka; mal ve hizmetleri benzerlerinden, diğerlerinden ayırmaya yarayan şekiller, işaretler şeklinde tariflenir. İsim olur, sözcük olur, harf olur, sayı, şekil ve benzerleri olur. Gördüğümüzde diğerlerinden ayırt etmemizi sağlıyorsa markadır. Tabi bu markanın kağıt üzerindeki tanımı ve çok temel bir misyon yüklenmiş hali. Diğerlerinden ayırmayı sağlıyor. Markanın yalnızca farklılık işlevini içeriyor.

Oysa son yüzyılda, markaya, markalamaya, markalaşmaya dair, gerek iş dünyasında pratikte, gerekse üniversitelerde teoride kafa yoruluyor, işler, projeler hayata geçiriliyor, kitaplar yazılıyor, dersler, konferanslar veriliyor. Son yüzyılda dedim ama markanın geçmişi belki 150-200 yıl. Daha köktenci bir bakışla belki çok çok daha eski. Neyse gelin anlaşabilmemiz için, bugün anladığımız anlamdaki marka meselesine geriye dönük yüz yıl diyelim.

Peki marka bu kadar üzerine düşülmeyi, önem verilmeyi hak ediyor mu? Hak etmez olur mu? Ediyor çünkü şu ana kadar yazdıklarımdan ibaret değil marka. Yazdıklarım markanın bir anlamda tescil sürecindeki tanımı. Oysa marka bir o kadar derin mevzu.

Bu yazıda pazar, hedef pazar, konumlandırma vs. konularına girersek çıkamayız. O sebeple markanın tanımından devam edeceğim ki derdimi anlatabilmem için bu kafi.

Ben markayı zihinlerdeki algı olarak görürüm. İsmini okuduğunda, şeklini, logosunu, rengini, markaya ait ayırt edici bir ürünü, enstrümanı gördüğünde tanıma (bilinirliği) ve zihinde oluşan algı. İyi, kötü, hayranlık, güven vs. vs. Bu algı nasıl oluşuyor meselesi de uzun uzadıya bir konu da biz “marka”nın günümüzdeki içeriğinin yanından ayrılmadan anlatmak istediğimizi anlatalım. Markanın çıkış noktası adı üstünde mark, işaret, işaretlemek, işaretleyerek diğerlerinden ayırmak, fark. 150-200 yıl önce hayvanlarını damgalayarak ve diğerlerinden ayırt edilmesini sağlamak artık bugün anladığımız anlamdaki marka için kafi değil.

Marka artık daha iyi, daha güzel, daha kullanışlı olmayı, daha müşteri odaklı olmayı, memnuniyeti, daha da ötesinde diğerlerinde olmayan faydayı ve hatta inovatif bir bakışla kendi bulduğu, icat ettiği yenilikleri, diğerlerinde olmayan faydayı vaat ederek fark yaratıyor, farklı oluyor. Bugün anladığımız anlamda marka, yapıştır üstüne logoyu devri bitti, kafi değil. Tanınabilirsin, bilinebilirsin, ayırt ediliyor olabilirsin. Lakin bu marka olmak mıdır? En temel manada evet. Günümüz müşteri memnuniyetini önceleyen anlayışta kesinlikle hayır!

Dedik ya marka ayırt edici faydayı/faydaları vaat eder. Vaat şart lakin kafi değil. Vaadi yerine getirerek azami memnuniyeti sağlamak gerekiyor. Kafi mi? Yine değil. Hala değil. Bu kurgunun sürdürülebilirliği de son derece önemli.

Toparlayacak olursak vaat, iletişim, fayda, fark, memnuniyet, sürdürülebilirlik ve nihai olarak bunların sonucu oluşan itibar markayı gerçek bir marka yapar. Tüm bu bileşenlerin arkasında durmak, yaşatmak itibar yönetiminin de alt başlıkları zaten. İtibarsız bir marka zaten olamazda hakiki ı yüksek bir marka bana göre gerçek markadır.

Gelelim markacıklara. Yok burada Kıbrıs aksanının mütevaziliğine gönderme falan yok, direk kendini marka zannedenlere söylüyorum. Markacıklar. Ya da yazının başlığında kullandığım gibi içi boş, obez markalar! Markanın vaat ettiğinden bahsetmiştik. Vaat etmek, fark için, fayda için taahhütte bulunmak, vaat ettiğinin arkasında durmak, markanın altını doldurmak, hele hele bunu sürdürmek kolay iş değildir.

Yaşamda, iş yaşamında tecrübe biriktirdikçe insanın farkındalığı artıyor. Sonra ne mi oluyor? Çok daha deneyimsiz iken bakıp görmediğin, görsen de önemsemediğin eksikler, yanlışlar gözüne çok daha fazla batmaya, rahatsız etmeye başlıyor. Hele hele de kısmen belli bir kalite çıtasını tutturmuşların en küçük zorluklar karşısında küçük hesap yapıp, hele de müşteriyi salak yerine koymaları insana eyvah eyvah dedirtiyor.

Geçenlerde anlı şanlı bir akaryakıt dağıtım şirketinin istasyonunda personel müşterinin birine öyle çirkin davrandı ki her şeyi göze alıp, müdahale etmek zorunda kaldım. Müdahale derken yaşım gereği babacan bir tavırla ve gerçekten son derece tatlı bir dille, birazda mesleğim gereği, istasyona gelen bir müşteriye böyle davranmaması gerektiğini, o an çok önemli bir markayı temsil ettiğini, sadece o müşteri değil o an orada olan tüm müşterilerin kendisini izlediğini izah etmeye çalıştım. Çalıştım çalışmasına da personel adamcağızın arkasından vır vır konuşmaya devam etti. Yok dedim bu bir kabus olmalı. İşin kötüsü her an hadise büyüyebilirdi. Muhtemel o personelin davranış bozukluğu problemi vardı. Böyle bir marka bunu pas geçemezdi. Bendeki kalite çıtası çok yukarılarda olan bu markanın istasyonlarında benzer hallere tekrar şahit olmam bendeki algısını çökertir ki bu bir talihsizlik değil de marka yönetiminde, itibar yönetiminde bir zafiyet ise mutlaka yaşanacak demektir.

Yine yılların perakende zincirinin meyve sebze reyonundaki ürünlerin pazarda kendini ucuz olduğu vaadiyle, uygun fiyatla konumlamış bir diğer zincirin ürünlerinden çok daha özensiz olması, kalitesiz ve hatta çürük çarık olması son derece rahatsızlık verici değil mi? Daha fazla ödeyip, daha kalitesiz ürün neden alınsın ki?

Dedim ya farkındalık artınca rahatsızlık da artıyor. Mesela dünya para verdiğin, büyük marka olduğu iddiasındaki bir kalem markasının roller ucu bitiyor. Hiçbir ilgili satış noktasında yedek uç bulamıyorsun. Kalemi var, satılıyor, yedek ucu yok. Ya da üzerindeki mavi ince (fine) ucu değil de siyah kalın (broad) olanını kullanmak istiyorsun. Yok. Bulamıyorsun. Elbette yedeğinin her bakkalda, büfede, kırtasiyede bulunmasını beklemek haksızlık olur. Sonuçta optimum bulunurluğu gözetmek lazım. Lakin kalemini sattırdığın noktaya yedek ucunu sattırmamak, bunun adı kalitesizlik, müşteriyi hayal kırıklığına uğratmak, itibarda noksanlık. Böyle marka olunmaz. Hiçbir şey yapamıyorsan bu ve benzer ihtiyaçları duyan müşteriye o ürüne nasıl kolayca ulaşabileceğini dağa taşa yazarsın. Hakikaten de müşteri o yolu kullanarak kolayca ürüne ulaşabilir, bir tanecik yedek ucu bulmak için yırtınıp durmaz. O zaman tamam. Yeri geliyor internette bile bulmak için dokuz takla atıyor, bulamıyorsun. Bu durumda olan marka hala marka olarak görülüyorsanız biliniz ki geçmişte seleflerinizin, işini iyi yapanlarınızın, sizi marka yapanlarınızın yarattığı algıdan, itibardan, mirastan yiyorsunuz. Bu o demek. Bu devran bir süre daha böyle gider. Bir süre daha sefanızı sürersiniz. Üzerinize düşeni yapmaz, markadan itibardan ödün vermeye devam ederseniz elbette sonunuz hayırlı olmaz.

Hiç abartmıyorum. Hadi dünya para verdiğiniz gözlüğünüzün camında küçük bir çizik oluşsun. E gözlük henüz pırıl pırıl ama camdaki çizik sizi rahatsız ediyor. Dur AVM’ye gelmişken gözlüğün camını değiştirteyim diyorsunuz. Nerdeee . . . .  Şanslıysanız distribütörden getirtecek. Olmadı yurtdışından geliyor diyecek. Kaç gün? 10 gün ile bir ay arası. Neden bu kadar bekliyorum ki? E mağazalarda stok yok. Tamam her mağazada stoğu olmasın lakin bir, bilemedin iki gün içinde mağazaya ulaştırabilecek bir merkez stok neden yok? Ben gözlüğümü 15-20 gün neden kullanamıyorum ki? Orta halli bir gözlüğün 4 - 5 katı fiyata satmayı biliyorsun. Sonra sonra camı yok.

Çevremiz o kadar çok obez marka ile dolu ki. Sen böyle olursan sayın müşteri sayıları artmaya da devam edecek. Sadece adı, markası . . . . . . . diye alıyorsun. Beklentilerin o kadar yerlerdeki alamadığın hizmetten, faydadan rahatsız olmuyorsun. Tabiri caizse üstündeki gömleğin üzerinde . . . . . . markasının yazıyor olması beklentilerinin %90’nını karşılıyor sanki. Kimse kusura bakmasın da bizde de var. Büyük problem bu. Sen de iyice tepkisiz oldun be kardeşim. Bir garip oldun. Her mağduriyete boyun eğer oldun. Ya hakkının farkında değilsin, ya hak ettiğini düşünmüyorsun, ya hakkını aramıyor, arayamıyorsun. Hakikaten bir garip oldun.

TÜRKÇE TÜRKÇE'DİR.

29 Aralık 2014'te yazmışım. Değişen hiçbir şey yok.

Neresinden bakmaya çalışırsam çalışayım ortaya atılan bazı konulara popülizmin ötesinde bir anlam yükleyemiyorum. Şimdi de Osmanlıca. Al sana gündem. Türkçe ile felsefe yapılmaz. Artık sündür de sündür.

Neden mi böyle düşünüyorum ? Çok basit. İlkokul düzeyinde tespitler yapalım şimdi.
Burası Türkiye, dili Türkçe. Tıpkı Fransa ve Fransızca, Almanya ve Almanca, İngiltere ve İngilizce, İspanya ve İspanyolca gibi . . . Doğru mudur ? Doğru.
En derinlerden , geçmişten bugüne Türklerin dili doğal olarak Türkçe. Tıpkı Fransızlar, Almanlar, Araplar, İspanyollar, İngilizler gibi. Demem o ki uzak Asya’dan Anadolu’ya atalarımızın kullandığı dilin zemini hep Türkçe. Doğru mudur ? Doğru.
Gurur duyduğumuz atalarımız üç kıtaya hükmederken elbette dilimize Arapçadan, Farsçadan, Fransızcadan, eski Yunancadan kelimeler girmiş. Bu bir dili başka bir dil yapar mı ? Yapmaz ! Tereddüt var mı ? Yok.
Varsa en küçük tereddüdün, o zaman şöyle sorayım: Çok basitçe, dedim ya ilkokul düzeyinde. Bugünde dilimize İngilizceden , Arapçadan ve sair dillerden girmiş kelimeler var. Bu dilimizi başka bir dil yapar mı ? Mesela “Türkiyece” demek mümkün mü ? Yada Osmanlı döneminde kullandığımız Türkçeyi Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’nin adıyla “Osmanlıca” diye anıyorsan, bugün kullandığımız Türkçeyi de Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün adıyla “Atatürkçe” diye mi anmamız lazım ? Böyle bir komiklik olabilir mi ? Olmaz ! Türkçe Türkçedir. Net mi ? Net.
Osmanlı döneminde Arap alfabesini kullanmış olmamız Türkçeyi Osmanlıca yapmaz. Bugün Latin harflerini kullanıyor olmamızda Türkçeyi başka bir dil yapmaz. Bu da net mi ? Net.
Ha tanımlamak ve ayırt edebilmek için önüne arkasına bir şeyler ekleyebilirsin. “Osmanlı Türkçesi”, “Eski Türkçe” vb. gibi. Mesela dedem her iki alfabeyi de iyi bilirdi. Not alırken bazen günümüz alfabesini, bazen de Osmanlı döneminde kullanılan alfabeyi kullanırdı. “Eski yazı” derdi, “eski Türkçe” dediğini de hatırlıyorum.
İstersen dil konusunda döneminin en önemli otoritesinin yaklaşımından da bahsedelim. İçimizde kalmasın. Şemseddin Sami. Arnavut asıllı Osmanlı yazarı. 1850-1904 yılları arasında yaşamış. Ansiklopedist ve sözlükçü. İlk Türkçe roman olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ın, ilk Türkçe ansiklopedi olan Kamus-ül Alam'ın ve ilk geniş kapsamlı Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türkî'nin yazarı.
Dikkat et öyle sıradan bir insan değil. Türkçe, Arapça, Farsça, Arnavutça, Eski ve yeni Yunanca, Fransızca, İtalyanca biliyor. Dile değil dillere hakim. Şemseddin Sami Osmanlı Türkçesinin “lisan-ı Osmani” yani “Osmanlı lisanı” diye anılmasına karşı çıkmış. Kullanılan dilin Osmanlı’dan çok daha eski olduğunu ve Türk kavmine ait olduğunu dilin isminin lisan-i Türki olduğunu söylemiştir.
Atalarımın kullandığı alfabeyle hiçbir sorunum yok. Öğretilmesine de karşı değilim. Seçmeli gayet güzel, imkan da var. Öğrenmek isteyenler, ilgi duyanlar öğrensin. Ancak bu tür konular siyasete malzeme olup, şova dönüşünce çok soğuyorum. Ucuz buluyorum. Okullarda müfredatta varsa , isteyen de okuyabiliyorsa kim neden karşı çıkar yada çıksın. Ama tabanını heyecanlandırmak için gündem yapılıyorsa, hele hele yüzyılların Türkçesine Osmanlıca diyerek sanki Türkçeden çok farklı bir dilmiş gibi bir gecede cahil bırakıldık falan gibi yaklaşımlar gerçekten çok üzülüyorum. Üstüne birde bu yaklaşımlara en üst seviyede reaksiyon geliyor. Ondan sonra topla toplayabilirsen.
Allah’ım şöyle birazcık sağduyu . . .

10 Aralık 2024 Salı

SADDAM KADDAFİ MÜBAREK ESAT

“Batı ikili oynuyor”, “batı iki yüzlü”, “batının çifte standardı”, bati adil değil”, “batı terörü destekliyor”, “batı cinayet işleyenlerin yanında” vs. vs. vs. Çok mu şaşırtıcı? İlk defa mı oldu? İlk defa mı duyduk? Bizzat kendimiz dahi ilk defa mı dillendiriyoruz? Hayır! Elbette hayır! İlk olmadığı gibi son da olmayacak. Bu böyle. Gün gelecek en acımasız, en şerefsiz tutuma maruz kalacak zayıf olan, gün gelecek bir tık daha kabul edilebilir bir seviyede olacak yapılan haksızlıklar. Arada bir bir lokma bir jest yaptığı bile olacak güçlü olanın. Ama bu hep onun istediği alanda, istediği zamanda, istediği kadar olacak. Kuşkusuz böyle. Ha terazi her zaman kendine ağır tartacak. Buna da kuşku yok. Sen de hoşuna gitmeyen kararları, hareketleri gördükçe saydırmaya (argo olanı) devam edeceksin. Saydırmaların elbette hiçbir işe yaramayacak. Bağırıp, çağırıp duracaksın. Bildiklerini okumaya devam edecekler. Menfaatlerine olanı yapıp geçecekler. Ne yani siz olsanız farklı mı davranırdınız? Siz de kendi menfaatinizi düşünmez miydiniz? Bir tarafta kendi ülkenizin ya da kendi koltuğunuzun menfaati, diğer yanda bilmem neredeki birileri. Dur yahu kendi ülkemin, kendi iktidarımın menfaatini bir kenara bırakayım, adaletli olayım, bu seferlikte böyle olsun der miydiniz?
Tamam anladım siz derdiniz (bence yalan söylüyorsunuz) ama elin oğlu demiyor kardeşim. Zorla mı?
Bu arada birazda kendine vursan. İğneyi kendine batırsan. Çok mu şey bekliyor olurum? Şu etrafımızdaki coğrafyaya bir baksana. Sadece Türkiye değil. Etrafımızdaki tüm ülkeler için söylenebilir bu. Üzülerek söylüyorum ki sanki hak ediyor muyuz? Güçlü değilsen seni başkalarının lütfedip düşünmesini beklemek ne kadar gerçekçi? Seni sen düşünmemişsin, seni eller neden düşünsün? Adilmiş, değilmiş, haksızlıkmış vs. Yüzde yüz katılıyorum. En basiti şu Gazze’de yaşananlar hukuksuzluğun falan çok ötesinde. Canilik. Lakin sen kendini düşünmezken başkalarının seni düşünmesini beklemek de bir tür saflık. Anlamsız.
Az gelişmiş ülkelerin hemen tümünde aynı şey. Liderleri istediği kadar kendi halkına, kendi seçmenine dünyanın en güçlüsüymüş havası yaratsın. Basın istediğin kadar onları göklere çıkarsın. Neticede gerçek ne ise o. O yerli yerinde. Lafla, sazla, sözle değişmiyor. En kötüsü de kendileri de inanıyor buna. Bir tür psikolojik rahatsızlık sanki. İnanıyor, inandırıyorlar. Bu durum hasıl olduğunda artık sosyolojik bir hastalık oluyor sanırım. Bir tür halüsinasyon mu acaba? Kitle halüsinasyonu.
Neyse bu yeni bir mesele değil. Yüzlerce yıl öncesinden, neredeyse 16-17. yüzyıldan, bu yana bilimin, fennin, teknolojinin ucunu bırakmışsın. Geçtim bilimi, fenni, aklı mantığı dahi rafa kaldırmışsın. Şeyh, şıh, tarikat ve benzerlerinin, hurafelerin gölgesinde, ağaların, aşiretlerin, garip anlayışların, ağır cehaletin yine ağır tesirinde gelmiş gidiyorsun. İster kabul et, ister kabul etme. Dedim ya gerçekler değişmiyor. Son 300-400 yıldır doğru düzgün bir şey üretmemiş lök gibi oturmuş, batı ne ürettiyse zaman içinde onu edinmişsin, batı ne geliştirip, bulduysa kullanmışsın. (Onu da günah vs deyip, yıllarca reddetmediysen.) İnan bunu ben de kabul etmek istemiyorum. Zoruma gidiyor. Ama bakıyorum ne elektrik, ne lamba senin, ne benzin, ne mazot senin, ne radyo, ne televizyon, ne kamera senin, ne araba ne tekeri senin. Sen otur adam aya gitsin, uzaya gitsin, telefonu, bilgisayarı bulsun, çalışsın, senden misli misli fazla üretsin, katma değerli üretsin. Eee sen? Valla sana bir şey demek istemiyorum.
Sen üretmediğin gibi bir de birbirini yiyorsun. Yiyorsun kardeşim. Yalansa yalan de. Irk yüzünden, din, mezhep yüzünden, şunculuk, bunculuk yüzünden birbirini yiyorsun. Sen yemiyorsan, ağalar, beyler, şeyhler, şıhlar, biraz daha devlet gibi olduysan o zamanda örgüt liderleri, parti başkanları vb seni birbirine düşürüyor. Neden? Cahilsin abi. Kabul et. Cahilsin. Senin okumanı, eğitimli olmanı, özgür düşünce ve iradeye sahip olmanı, vatandaşlık bilincine, birey olma bilincine sahip olmanı istemiyorlar. Sen ancak sorgusuz sualsiz mürit olursan, kul olursan, yine hiç sorgulamadan biat edersen, emre itaat edersen, hatta öl deyince ölürsen kendi düzenlerini kuruyorlar sırtından geçinenler. Kusura bakma da sen de pek bir meraklısın kulluğa. Hani Yüce Allah’tan başka toktu tapacak. Yalnızca ona kulluk edip yalnızca ondan yardım dileyecektik hani. Hani Allah yeterdi. Kurban olduğum Allah elbette yeter. E sen bu sıfır özgüveninle birilerine biat etmeye çok meraklısın. İşte bu kafayla modern dünyanın tersine başka bir dünyada yaşıyorsun. Seni kandırıyorlar. Sen de kanıyorsun. Şeyhler, tarikatlar, ağalar, yapamıyorsa politikacılar, liderler kandırıyor. Bak İran’da neler oldu? İran ne hallere geldi? Şu Saddam’a bak, Kaddafi’ye bak. Diktatorya, otokrasi, tek adamlık ülkeleri ne hale getiriyor. Bak şimdilerde Esat’a bak. (diye yazarken Esat yönetimi bırakıp, Suriye’yi terk etti. 8 Aralık 2024) İş başındakiler iktidarlarını korumak için güçlerinin yettiği her şeyi yapabilirler. Esat da yaptı. Ülkesini ne hale getirdi. İşte tek adamlık böyle bir şey. Muhtemel doğru yaptığına inanıyordu. Lakin hiç kuşku yok ki kontrolsüz güç çok ama çok tehlikelidir. O yüzden güçler ayrılığı önemlidir. O yüzden bir lider kendisinden başka iradenin, iradelerin varlığına tahammül edemiyor, yok etmeye çalışıyorsa vay haline o ülkenin. Bu ülkeleri film gibi seyrettik. Yaşıtlarım ve daha yaş almışlarımız onların yakın geçmişlerini de seyretti. Nereden nereye geldiler gözlerimizle gördük.
Bu ülkelerin hepsi kendileri ettiler kendileri buldular. Bunları görmezden gelenlerde yine kendileri bulacaklar. Bunlar hem birbirlerini yerler hem de her fırsat bulduklarında küfrettikleri batıya kaçarlar. Hiç fark etmez Müslüman, Hristiyan, Yahudi, hepsi hem din derler, kitap derler, mezhep derler. Sonra sırf dini, mezhebi yüzünden, ya da kendi gibi düşünmediği için kendi vatandaşını, komşusunu, kardeşini ahlaksız, iffetsiz, gavur, can düşmanı ilan ederler. Dün aynı sofraya oturduklarını, evlerine davet ettiklerini, can ciğerlerini dahi katlederler. Sırf siyasi ikballeri, iktidarları için. Ülkelerini cehenneme çevirir sonra da batıya kaçarlar. Neden yine o bölgede bir sürü hem etnik olarak, hem inanç olarak benzer hatta aynı olan ülkelere değil de batıya kaçarlar? Kaçamayıp, zulme maruz kalanlar ise batıdan medet umarlar. İşte öyle değil.
Esat gitti. İnşallah ne zalimlik yaptıysa bedelini öder. İnşallah tüm zalimler ettiklerinin karşılığını en acı şekilde öderler. Diğer taraftan kimileri de yönetime muhalifler geliyor diye seviniyor. İyi de ortada öyle pek de sevinilecek durum yok. Ülke artık tamamen bölük pörçük. Suriye’nin toprak bütünlüğü deniyor. Yahu ne bütünlüğü? Allah aşkına bütünlük mü kalmış? İsrail Suriye’ye çoktan girdi bile. Suriye bu hali yaşayacak ve İsrail seyredecek öyle mi? Kuzeyde PYD PKK YPG adını sen koy, güneyde İsrail. Tüm bu yaşananlar neye hizmet ediyor? Saf mıyız, çok mu cahiliz, kafamız mı çalışmıyor? Neyse yaşananlar elbette hayra alamet değil.
Ben sözü yine Atatürk’e bağlayacağım. Yanlış anlamayın ama 100 yıl öncesinden bugüne ait laflar söyleyen ve bu ülkede hala onu anlayamayan, hainlik eden insanlar oldukça ben de Atatürk’ten bahsetmeye devam edeceğim. Neyse ki elimizde o var. Onun, yani Atatürk’ün perspektifi, kurduğu cumhuriyet ve anlayışı var. Umarım ona, cumhuriyetin, demokratik, laik, hukuk devletinin kazanımlarına sahip çıkar, ona karşı oluşan yapılara prim vermez, sıkı sıkıya ilkelerine sarılırız. Tekrar söylüyorum. Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu coğrafyanın ışığıdır. Bozulması, ayarlarıyla oynanması, tüketilmesi gereken değil, kuruluş felsefesine dönülmesi, örnek alınması gereken modeldir. Atatürk ilkeleri tek kurtuluşumuzdur. Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir ferdine Atatürk’ü iyi öğretmek, 60- 70 yıl öncenin idealist jenerasyonuna benzer, vatansever bir nesil yetiştirmek zorundayız.

Bu ülkede yaşayıp, cebinde Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyan herkese söylüyorum. Şahıslarıyla, kurumlarıyla herkes. Aklımızı başımıza alalım. Atatürk’ün ortaya koyduğu vizyona sarılalım.

18 Ekim 2024 Cuma

YARATILMIŞLARIN EN ŞEREFLİSİ

Zaman zaman kutsal kitabımız Kur’an’a da dayandırılarak insanın “yaratılmışların en şereflisi” olduğu falan söylenir.

Yaratılmışların en şereflisi ki o insan Çin’de, Türklere yapmadığı eziyeti, zulmü bırakmadı. Yine o insan Myammar’da insanları diri diri, bağırta bağırta yaktı. Bak geriye dönük yapılmış hiçbir şeye karışmıyorum. Bugünü yazıyorum. Filistin’de yaşananlar. Evet o insan, yine insan bebekleri katlediyor. Hem de paramparça ediyor. Ölenlerin sayısı 50 bini buldu sanırım. 20 bine yakını çocuk. Bir an “Şerefsiz insanoğlu, şerefsizler siz İsrail’e destek vermeye devam edin” diyecektim. Durdum. Yahu biz insanın yaratılmışların en şereflisi olduğuna inanıyoruz. Nasıl olur? Öyle ya Müslüman yaratılmışların en şereflisi denmiyor insan yaratılmışların en şereflisi deniyor. Yok bu gördüğüm insan en şerefli falan olamaz. Yahu şu sokak canlarına yapılana baksana. Bir karar alındı. Hayvanseverler kanundan cesaret alarak hayvancağızlara yapılan eziyetleri videolarla gösteriyorlar. Yapmayın alternatif çözümleri konuşalım diyorlar. Ertesi gün poşetlerle yavru kediler, yavru köpekler, anneleriyle birlikte katledilmiş bulunuyor. Barınaklara gidiyorlar. Mezbelelik. Barınak değil, hücre, işkencehane. O canlar perişan haldeler. O kadar tepkiye rağmen ne oluyor? Kimse üzerine lütfen alınmasın da bir ata sözümüz var “İt ürür, kervan yürür.” Yaklaşım aynen bu. Kamuoyunda tepkiler sürüyor. Maalesef bu hale kayıtsız bu insan dediğin değil mi? Hatta bu kararı alırken sırıtanlar, poz verenler falan olmadı mı? Çok büyük bir iş başardılar memleketi kurtardılar. E o kadar sorumluluk sahibi idi iseniz şimdi de o leş halde olan barınakları neden dolaşmıyorsunuz. Bir avuç hayvansever bıraktınız bu işleri. Neden acil çaresine baktırmıyorsunuz? Yok. Onlar kendilerine verilen görevi yaptılar. Öyle duyarlılık falan değil. İşlerine ne gelirse. Ben hala yaratılmışların en şereflisinin, insanın  bunlar yaptığına, göz yumduğuna inanmıyorum. Bir terslik var.

 

Açtım İsrâ Suresi 7. Ayeti. Malum mealler var. Ve elbette mealler birbirine çok yakın. Taban tabana bir zıtlık zaten yok. Ben diyanet işlerinin mealini seçtim. Şöyle: “And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yaratıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”

Diyanet Vakfı ise şöyle bir açıklama eklemiş. “Görüldüğü gibi bu âyette Allah Teâlâ, insanoğluna lütuf ve ikramının bir özetini vermekte ve onun âlemdeki özel yerine işaret etmektedir. Müfessirlere göre insanın şan ve şerefi ve diğer varlıklardan üstünlüğü; Allah’ın ona verdiği beden güzelliği, el, göz, kulak gibi organlarını daha becerikli bir şekilde kullanması, konuşabilmesi, gülüp ağlayabilmesi, okuyup yazması, başka birtakım varlıkları kendi hizmetinde kullanması, âletler icad etmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç alâkasını görmesi ve bu sayede geleceğe yönelik programlar ve hazırlıklar yapması, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin kavramlarına sahip olması; kısaca, maddi ve bedenî, ahlâkî ve ruhî meziyetleri haiz olmasıdır.”

 

Sonuç; insan yukarıda sıralan meziyetlerinden ötürü sair birçok mahlukattan çok daha yetkin. Maddi yetilerin ötesinde manevi tarafı da var. Bunlar tamam. Ama demiyor ki yaratılmışların en şereflisi. Bazı yarattıklarımızdan üstün kıldık diyor. “Bazılarından” ve “Üstün”. Üstün olabilirsin de bu üstün vasıfları şerefsizliğe kullanırsan o zaman senin yaratılmışların en şereflisi olduğundan bahsedilemez.

 

Sen dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir canlıya, Allah’ın dilli yada dilsiz herhangi bir kuluna zulmediyorsan ne şerefi kardeşim? Doğu Türkistan’da Türklere zulmü şerefli insanlar mı yapıyor?

 

Bak İsrâ Suresine bakarken bir de Ahzâb Suresine bakayım dedim. 72. Ayet. Yine mealler içinden diyanet işlerinin mealini seçtim. O da şöyle; “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”  O dediği insan. Yani insan çok zalimdir, çok cahildir. Meale yorum yapacak falan noktada değilim. Lakin burada yerlere, göklere, dağlara teklif edilenin “sorumluluk gerektiren akıl, bilinç, vb” olduğunu söyleyebiliriz. Bu meziyetleri insan aldı. Bu meziyetlerle donandığı halde gereğini yerine getirmediği için insan cahil ve zalim. Gereği dediğimiz konu ise alabildiğine geniş bir yelpaze. Allah’a inanmaktan başla. İnsan olmanın, olabilmenin gereklerinden çık. Hadi örnekleyelim.

 

Ne kadar cahilsin ki inanmıyorsun.

Ne kadar cahilsin ki kötü söz sahibisin.

Ne kadar cahilsin ki israf ediyorsun.

Ne kadar cahilsin ki kul hakkı yiyorsun.

Ne kadar zalimsin ki iftira ediyorsun.

Ne kadar zalimsin ki insanları, hayvanları katlediyor, katledilmelerine vesile oluyorsun.

 

Şu bir gerçek;

şerefi şöyle bir kenara bırak,

en şereflisini zaten unut,

sen cehalete bak,

sen zulme bak.

13 Eylül 2024 Cuma

ZULÜM

Arapça zlm, zulm kökünden gelip, dilimize birçok türemişiyle girmiş bir kelimedir, zulüm. Daha ziyade güçlünün, güçlü olanın kendinden olmayana, kendinden daha güçsüz olana, ahlaka, vicdana, kanuna, nizama aykırı olarak kötü, acımasız, kıyıcı tutumu, davranışlarıdır. Kimi zaman kanuna, kitaba uydurmak, yada şöyle hafiften gitmek bir şeyi değiştirmez. Zulüm zulümdür. Malum ağırlığı, süresi, sürekli yapılıyor olması yani şiddeti soykırıma kadar gider. İşin özü zulüm ağır bir suçtur.

Ne kadar iğrenç bir kelime. İnsana, insan olmaya ne kadar uzak, en uzak. İş hayatında bazen moda tabirle “mobing” kavramı geçer. Zulümdür işte. Sağını solunu çekiştirmeye, yeni kavramlar aramaya gerek yok. Zulüm zulümdür.

Türemişleri dedik ya; zalim onlardan biri mesela. Biz bazen zalim kelimesini ne kadar yersiz yerlerde kullanıyoruz. Hani deriz ya “vay zalim vay” veya “seni zalımın oğlu/kızı”. Utanmasak çok daha sevimli hale getireceğiz. Ne yapıyorsun yahu? Zalim bu zalim! Zalim ne demek sen biliyor musun? Zulmeden. Yani dişini geçirdiğine hayatı zehreden. Bak bu kadar uzun boylu olmasına gerek yok. Haklıya hakkını teslim etmeyen de zalimdir. O ortamı hazırlayan, o ortamı yaratan, yöneten, müsaade eden de zalimdir. Zamanında bize de yaptılar falan gibi bahanelerin arkasına sığınmak var mı? Yok! Yok öyle şey. Yemezler. Kimisi Almanlar da bize yaptı der. Yaptıysa yaptı. Bu senin de çoluğa çocuğa kıyacağın, yavrucakların canını, kolunu, bacağını alacağın, aç bırakacağın anlamına gelmez. Allah büyük. İlla ki müstehakını verecek. Belanı verecek. Verecek biliyorum. Verecek de o zamana kadar olan o mazlumlara olacak.

Zalim her yapıda, her köşe başında, her seviyede zalim. Üniversite sınavlarında soruları çaldılar. Milyonlarca evladın hakkına girdiler. İstikballeri ile oynadılar. Onların ve dahi onlardan olma çoluk çocuğun haklarına girdiler. Sen bir hesapla. Ne kadar ağır. İlla can almak gerekmiyor dedim ya.

Evet türemişleriyle var dilimizde. Neden fazlasıyla var? Çünkü bizim kültürümüzde çok ama çok dikkat edilmesi gereken kavran. Günümüzde pek öyle görünmese de zulüm biz de asla ve kata kabul görür bir kavram, hadise değildir. Sair milletler, kültürlerde, başka din ve inançlarda nasıldır? O konuya hiç girmeyelim ama biz bırakın zulmedenlerden olmayı Türkler tarih boyunca haklının, mağdurun ve mazlumun yanında olmuştur. İlkokulda daha tarihimizin nüveleri serpiştirilirken küçücük zihinlerimize, daha yeni kendimizin farkına varırken Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Modern Türkiye’sinin her zaman minnetle anacağım öğretmenleri “biz her zaman haklının, mağdurun, zayıfın yanında saf tuttuk, tutarız, tutacağız” şiarını anlatmışlardı. Bizim inancımız, dinimiz de öyle. Kuran diyor ki “Zulmedenlere meyletmeyin yoksa ateşte siz de yanarsınız.” (Bir düşün bırak zalim olmayı, zulmü yapan olmayı, desteklemeyi, hoş görmeyi, yaklaşmayı dahi yasaklıyor.) Bak etrafına, bak dünyaya kendinden zayıfa zulmeden varsa o bizden değildir. Başka bir ülkede ise zaten bizden değildir. İçimizden birileri ise araya karışmıştır. Bir koltukta oturan, bir işin, şirketin, kurumun başında olan, kısaca bir erki elinde tutarken kendinden olmayana, diğerine veyahut zayıfa, bu ülkenin vatandaşına zulmediyorsa o bu ülkenin okullarında boşa okumuştur. Bu ülkenin okullarında adam akıllı okuyan ve bu ülkenin anne ve babalarının yetiştirdiği çocuklar zalim olamaz.

Aynı kökten gelen bir başkası da mazlumdur mesela. Mazlum. Zulüm gören, hor görülen, ezilen, hakkı yenen, maddi, manevi, herhangi bir varlığına saldırılan. O kadar ki en temel hak olan yaşama hakkına kastedilen. Etraf öylesine mazlumlarla dolu ki kusura bakma ama hiçbirimizin umurunda değil. Bazen içimizin yandığı oluyor, belki, ne yapıyoruz? Televizyonun karşısında kuru bir vah vah. Sonra hiç. Yasalar çerçevesinde ses mi çıkarıyoruz? Birisine dava mı açıyoruz? İlgili makama yazı mı yazıyoruz? Bir dolu demokratik yöntem var. Ne yapıyoruz? Vah vah. Mazlumlar dünyanın en yalnızları, en zayıfları. Kimi zaman bir halk olarak yalnızlar, kimi zaman bir hayvan ırkı, kimi zaman insan, kimi zaman çocuk, kimi zaman kundaktaki bir sabi. Çin Uygur Türklerine yapar, İsrail Filistin Halkına, Myanmar Müslüman Halka. Bu zulmün düğmesine basan, uygulayanların hepsi şerefsizdir. İnsan değildir. En büyük şerefsiz ise bu zulmü tetikleyen, olması için tüm imkanlarını seferber edenlerdir. Evet onlar en büyük şerefsizlerdir. Medeni kisve altından en medeniyet yoksunu en ilkel, en tehlikeli cinstir bunlar. İnsan falan katiyen değillerdir. Mazlum hele bir düşün kundaktaki sabi, daha gözünü açmamış, bir düşün hoplaya zıplaya okuluna gitmeye çalışan kız çocuğu, düşün canlı canlı poşete doldurulup çöpe atılan yavru kediler, kürekle vura vura, bağıra bağıra öldürülen yavru köpek, daha kanun önünü açar açmaz yemeyip, içmeyip, yerlerde sürüyerek götürülen, götürülürken de zevk çığlıkları, kahkahalar atılan zavallılar.

Aklıma gelen son türemiş kelime ile bağlayalım. Mezalim. İşte bu uygulanan tüm cebir şiddet, zulümler, haksızlıklar, kıyımlar. Evet işte bunların tamamı mezalim. Dikkat burada bir yere bağlayacağım. Gerçek, samimi adaletin olduğu bir toplumda, bir devlette, dünyada mezalim, zulüm ya olmaz ya da alabildiğine az olur. Zalimler olsa da zulüm olmaz. Çünkü Mezalimin zıddı adalettir. Adalet. Ne kadar güzel bir kelime adalet. Gerçek adaletin olduğu yerde zalimler kendine zulüm edecek alan bulamazlar. Düşün şimdi dünyada gerçekten adalet olsa Filistin Halkına bu yapılanlar yapılabilir mi? Mesela Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) gerçekten adalet mekanizmasını çalıştığı, katı yaptırımları olan bir merci olsa bunlar yaşanır mı? Yaşanmaz!

Ne güzel bir kelimesin sen adalet. Aklı olan herkesin sıkı sıkıya sahip çıkılması gereken, herkese lazım olansın.


KÖTÜLÜKLER YOK OLSUN GÜZELLİKLER ÇOĞALSIN

Ülkemizin önemli gruplarından birinin CEO’su, şirketin bir başka üst düzey yöneticisini, çalışanlara gönderdiği Ramazan kutlama mesajı neden...