ugurkarayurt
18 Haziran 2025 Çarşamba
BİLMEM? OLUR MU?
HOCAM GALİBA RÖMORK'A ÇARPACAGIZ
29 Nisan 2025 Salı
DEVLET
Hun İmparatorluğunun kurucusu Teoman, onun oğlu Mete Han, efsane hükümdar Atilla, Selçuklu Devletini kurucusu Tuğrul Bey, Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi, çağ açıp, çağ kapatmış Fatih Sultan Mehmet Han hak vaki olduğunda bu dünyadan göçtüler.
Vatanı, milleti yedi düvel düşmandan kurtaran, İstanbul’un ikinci fatihi, devletimizin, Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, yakın silah arkadaşları Mareşal Fevzi Çakmak, Şark Fatihi Kazım Karabekir, Milli Şef, Cumhurbaşkanı ve Başbakan Mustafa İsmet İnönü ne yazık ki artık yoklar, yüreklerdeler.
Ecdadımız ne büyük kağanlar, padişahlar, ne kıymetli paşalar, beyler, komutanlar, ne güçlü siyasetçiler, devlet adamları gördü. Hepsi de ömür denen sayılı günlerini doldurdu, terki diyar ettiler. Hanlığın, hakanlığın, padişahlığın, krallığın hüküm sürdüğü, tahta oturanın bir ömür boyu kaldığı dönemlerde dahi neredeyse hiçbiri kurduğu, ya da başına geldiği devletle birlikte doğup, birlikte ölmedi. Post, taht, koltuk, makam kimselere kalmadı. İnsanoğlu; ölümlü olmasından sebep dünyaya dahi hükmetse netice de gün geldi makamı, koltuğu birilerine bıraktı ve gitti.
Öyle ise bu ahir ömürde milletler için asıl olan nedir? Bu büyük devlet adamlarının ortak vizyonu, misyonu nedir? En azından gerçek manada lider olmuş, halkının, milletinin kahramanı olmuş olanların perspektifi neydi? Hepsinin evet hepsinin ortak perspektifi; halklarına dünya üzerinde bağımsız, özgür, onurlu, güzel yaşayacakları bir alan açmaktı. Bağımsızlıklarını, vatan ettikleri topraklar üzerinde, kurdukları devlet ile taçlandırıp, işbu devleti güçlendirerek, on yıllar, yüz yıllar boyu kalıcı olmasını sağlamaktı. Hepsi de devleti yaşatmak için insanı, milleti yaşatmanın gerek olduğunu ve yine insanı yaşatmak içinse gerekenin devlet olduğunu, devletin yapısı olduğunu, kurum olduğunu idrak etmişlerdi. Büyük devlet adamlarının hiçbirinin işi “-mış” gibi yapmak değildi.
Öyle olduğu için binlerce yıl öncesinden, Oğuz Kağan’dan başlayarak bağımsızlık, bağımsız olma, devlet kurma ideali hep var oldu. Atalarımızın farklı zamanlarda, farklı bölgelerde artarda kurdukları devletlerle Türk Devlet Geleneği oluştu. Ya dönemlerine, çağa öncülük ettiler ya da ayak uydurdular. Değiştiler, geliştiler. Bir devlet yıkıldı ise dahi yenisini kurdular. İşin özü devlet, kurum, adalet hep var oldu. Tabi ki kimileri devleti kuran oldu, övgülere mazhar oldu, minnetle anıldı, kimileri de devlet demedi, kurum demedi, millet demedi, ben dedi, otağ dedi, saray dedi, koltuk dedi, zafiyet gösterdi, nefsine, hırslarına yenildi, yönetemedi, yıkılmasına sebep oldu. Sevilmedi, sayılmadı, kötü anıldı. Tarih dediğin böyle bir şey. Bugünden kaçabilirsin ama tarihten kaçamazsın. İllaki kulakların çınlar.
Devlet dedik, kurum dedik, devletin kurumları, adalet dedik. Fatih Sultan Mehmet diyor ki; “Aklı öldürürsen ahlak da ölür. Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadıyı satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür.” Bunu bugün Ahmet olmaz Mehmet olur fark etmez, körü körüne bir şeylerin peşine takılanlara, kuyruk olanlara, her iş başındakini devlet ile bir tutanlara, siyasetçilerle, hükümetle devleti birbirine karıştıranlara anlatmak lazım. İktidara gelmiş olanların iyi yaptıkları ya da kötü yaptıkları her şeyi direk devlete mal etmek akıl kârı değildir. İyi şeyler oluyorsa iktidarda olanı alkışlayacaksın. Kötü şeyler oluyorsa yine iktidarda olanı eleştireceksin. Muhalefet, iktidar fark etmez günahıyla sevabıyla vardır, geçicidir. Baki olan devlettir. Allah devlete, millete zeval vermesin. Bilimin, fennin, teknolojinin her türlü imkanına sahip, elindeki telefondan dünya üzerindeki her türlü bilgiye ulaşabilen sen ey insanoğlu, sen böylesi bir cehaletin, yanılgının içindeyken ataların binlerce yıl öncesinin şartlarında, at binip, ok atılan zamanlarda dahi asıl olanın devlet olduğunun idrakindeydiler. Devlet dediler, kurum dediler, adalet dediler. Dedik ya allame-i cihan olsa insan insandır, insanoğludur, gelir geçer. Kalıcı olan, sahip çıkılması gereken devlettir. Devletin kurumları, mekanizmalarıdır. Sen devletin başındakilerden ya da namzetlerinden ziyade devlete, kurumlarına sahip çıkacaksın. Cumhurbaşkanlığı, bakanlıklar, Türkiye Büyük Millet Meclisi, yüksek mahkemeler, mahkemeler, üst kurumlar, üniversiteler, tıp fakülteleri, hastaneler, okullar, belediyeler layık-ı veçhile çalışıyorlar mı? Çalışabiliyorlar mı? Ekonomi iyi yönetiliyor mu? Yaşam koşullarından, gelirinden memnun musun? Yarınından emin misin? Arzu ettiğin nispette hizmet alabiliyor musun? Mutlu musun? Senin mutlu olman yetmez, komşun da mutlu mu? Yetmez! Senin gibi düşünmeyen de mutlu mu? Fırsat eşitliği var mı? Evladın için eğitim öğretim sistemini başarılı buluyor musun? İyi eğitim alsın diye bedel ödeyip, özel okullardan medet umuyor musun? Ya da zaten gönderemiyor, göndermiyor musun? Devletin kurumları okulların koşulları, iyi mi? Yine devletin kurumları hastanelerin şartları iyi mi? İstediğin gibi sağlık hizmeti alabiliyor musun? Sanayide üretim, tarımda üretim layık olduğu yerde mi? Ete, ota, tavuğa, balığa, ekmeğe kolayca ulaşabiliyor musun? Hukuk sistemi adil mi? Desteklediğin yöneticilerinin yaptıklarını vicdanın da destekliyor mu? Vicdan insandır. Vicdan hukuktur. Vicdanlının vicdanı, milletin vicdanı ise adalettir. Bunları neden soruyorum? İnsan için. E insan diyorsun, hani devletti önemli olan? Elbette. Dedim ya devlettir, devletin kurumlarıdır, devletin kurumlarının aklı selimle, olması gerektiği gibi tıkır tıkır çalışmasıdır. Lakin yumurta tavuk, tavuk yumurta meselesi gibidir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Halkı, insanı mutsuz olan bir devleti yaşatmak kolay mı? Senin huzurun mutluluğun devletin var olabilmesi için çok önemli, senin özgür, müreffeh yaşayabilmen içinse devletin varlığı çok önemli.
Şimdi
tuttuğun partinin milletvekilini, adayını, başkanını, şunu, bunu bırak devletin
kurumlarına bak. Kimin başa geldiğinin önemi yok, sen senin devletine sahip
çık, devletin kurumlarına sahip çık, hakka, hukuka, adalete, demokrasiye sahip
çık. Diğerlerinin senden farkı yok. Bugün varlar yarın yoklar.
11 Nisan 2025 Cuma
KOLTUK EHLİ
Sanat dünyasının dosdoğru, dimdik sanatçılarından Volkan Konak vefat etti. Hoşlanırsın hoşlanmazsın o senin tercihin lakin takiyesi, zigzagları, dalkavukluğu olmayan erdemli bir insan evladıydı. Vatan, millet, bayrak, Atatürk sevdalısıydı. İşbu yüzden cenazesinde izdiham oldu. İnsanlar dürüst, düzgün olana hakkı teslim ediyorlar.
Bu arada bir de adamcağıza sosyal medya üzerinden hakaret edenler oldu. Cahil vatandaşa söyleyecek sözüm yok. Adı üstünde cahil. Allah kurtarsın. Ancak bir de mürekkep yalamış, kendince “fikir sahibi“ olan, ya da temsil makamında olanlar vardı. Onlara da Allah ıslah etsin demek mi lazım? Bilemedim.
Bir ülkenin, devletin, ya da toplumun diyelim, inanç konusunda otorite, yol gösterici ya da yola ışık tutması gereken bir kurumunun başındasınız. Kimi insanları, isimleri, kimi konuları hadi siz hazzetmiyorsunuz, nasıl davranmanız gerektiğini düşünmüyor, düşünemiyor, ya da zaten bile isteye bu tutumunuza devam ediyorsunuz. Saymıyor, saygı duymak da istemiyorsunuz. Anladım.
Öyle dahi olsanız etrafınızda sağduyulu, hoşgörü sahibi dostlarınız, akrabalarınız kim bilir ne bileyim danışmanlarınız, çalışanlarınız falan yok mu? Sizi seven, iyiliğinizi isteyen, sözüne itimat ettiğiniz, ehliyet, liyakat sahibi birileri mutlaka vardır değil mi? Tabi onlar da sizin kopyalarınız değilse. O birileri size şunları söylemiyorlar mı?
Biz Müslümanların samimi din adamından, gerçek manada bir alimden anladığımız, beklediğimiz;
nefsini bir
kenara bırakması,
varsa yüreğindeki
tüm çirkinliği, çirkefi, kini, nefreti söküp atması,
paçalarından
sevgi, saygı, sağduyu akması,
topluma iyilik, güzellik,
hoşgörü tohumları saçması,
sadece bugün
yaşayanları değil, bu memleketin gelmiş geçmiş tüm evlatlarını hiç ayırt
etmeden kucaklaması,
onlar için
Allah’a yakarması, dua etmesi, rahmet istemesi,
toplumu
derleyici, toparlayıcı olması değil midir?
Belli bir kesimi
değil yani, herkesi kucaklayan bir şefkat sembolü olması değil midir?
Hiç kuşku yok ki;
Peygamberimiz
Hazreti Muhammed (SAV) yaşasaydı, böyle davranırdı.
Çünkü bu yazdıklarım
bırakın bir din adamının, alimin,
bırakın iyi bir
Müslümanın,
insan olmanın
erdemleri değil mi?
Peki ne oluyor?
Kimi benzer
pozisyonda olan insanlar ne yapıyorlar?
Bir bakıyorsun,
bir kadının ardından,
Bir diğerine
bakıyorsun bir sanatçının ardından, hatta bir cenazenin, ölmüş bir insanın
ardından toplumu kin ve nefrete sürükleyecek laflar ediyorlar.
Daha ötesi mesela.
Geçtim, kadını, sanatçıyı,
yaşayan ya da hakkın rahmetine kavuşmuş olanı, yaşadığı dönemde bu milletin
hamisi olmuş,
Onları, bizi,
hepimizi yedi düvelin mezaliminden kurtarmış,
yaşadığınız
devletin,
başında olduğunuz
bir işin, bir yerleşim merkezi yada bir kurumun banisi olmuş bir insanın adını
ağzınıza almıyor,
mezarını ziyaret
etmiyor,
kendinizce bir
rahmeti çok görüyorsunuz.
Ya da
davranışlarınızla bunu ima ediyorsunuz.
Hoş onun zaten sizin rahmetinize ihtiyacı yok. Bu ülkenin milyonlarca evladının, üstelik Müslüman olanı olmayanıyla, Türk’ü, Kürt’ü, Arnavut’u, Boşnak’ı, Laz’ı, Çerkez’iyle milyonlarca vatan evladının duaları ve hatta dünyanın birçok ülkesindeki insanların duaları ona yeter. Bunları yazmamın sebebi onun ihtiyacı olmasından değil. Sizin bu tutumunuz ben ve benim gibi milyonları ziyadesiyle üzüyor. Ee sonuç?
Sonuç ne mi?
Siz bir vesile
bulunduğunuz koltukta, postta, makamda olabilirsiniz.
O koltuk sizinle ne
kadar gönül makamıdır bilmiyorum.
Ya da siz bunu ne
kadar önemsiyorsunuz onu da bilmiyorum.
Lakin şunu
biliniz ki inanç açısından başında olduğunuz milletin çok önemli bir kısmının
kalbini kırıyor, kanatıyorsunuz. Dikkat edin çok önemli bir kısım diyorum, çok
önemli kısmının yalnızca hayal kırıklığısınız. Ya da şuradan bakalım; mesela bu
önemli bir çoğunluk olmasın da toplumun %10’u olsun. Yahu hadi yalnızca birkaç kişi
olsun. Birkaç kişinin gönlünü kırmış olun. Hatta bu gönlünü kırdıklarınız
Müslüman dahi olmasın. Ne fark eder? Attığı adımla, her hareketiyle örnek
olması gereken kişi/kişiler olarak bu milletin önemli bir çoğunluğunu
kendinizden uzaklaştırıyor olabilir misiniz? Ve hatta başında olduğunuz yapı,
işyeri, yerleşim birimi, kurumlardan ve hatta Allah korusun mensubu olduğunuz
yaklaşımdan, fikirden uzaklaştırıyor olabilir misiniz? İnanç demeye dilim
varmıyor. Allah korusun.
Koltuk ehli değil makam ehli olmak değil miydi asıl olan? Zira makam halihazırda oturulan koltuklar değil, insanların yüreğindeki yer, yüreklerde bırakılan izler değil miydi?
Her neyse. “Koltuk ehli makamının ne olduğunu koltuktan kalktıktan sonra anlar.”
15 Mart 2025 Cumartesi
KÖTÜLÜKLER YOK OLSUN GÜZELLİKLER ÇOĞALSIN
Ülkemizin önemli gruplarından birinin CEO’su, şirketin bir başka üst düzey yöneticisini, çalışanlara gönderdiği Ramazan kutlama mesajı nedeniyle ikaz ediyor. Konu duyuluyor ve bu uyarısı nedeniyle “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” suçundan gözaltına alınıyor. Akabinde adli kontrol şartıyla serbest bırakılıyor.
Konunun iki yönetici arasında bir geçmişi
olduğu falan söylendi. Öyle de olabilir. Bu bir iç yazışma olabilir. Ya da
ifadesi alınıp bırakılmış olabilir vs. Hiç önemli değil. Koskoca bir ülkenin
gündemine düştü mü? Düştü. CEO gözaltına alındı mı? Alındı. Gazeteler yazdı.
CEO istifa etti. Yedi düvel duydu mu? Duydu. Peki şimdi bu hoş mu oldu ülkemiz
adına?
Nasıl üzülmeyeceksin? Şu canım ülkede güzel
şeyleri, güzellikleri konuşmak varken mevzuya bak. Ne bu? Tahammülsüzlük mü?. .
. Sağduyu, hoşgörü bu kadar mı yitip
gitti bu ülkeden?
Ramazan gelir. Oruç tutarsın tutmazsın, o
kişinin kendisi ile ilgilidir. Tutan tutmayana karışmaz, tutmayan tutana karışmaz,
hatta iltifat eder, “Allah kabul etsin” diyerek ibadetinin kabul olması
dileğinde bulunur. Oruç tutmak sadece aç kalmak demek değildir. İnsanın her
manada kötü olandan uzaklaşması, nefsini kontrol etmesidir ki Ramazan ayında bir
sükun, bir huzur ortamı hasıl olur. İftar yemekleri düzenlenir, birbirlerine
iftara gidilir. O kadar ki farklı inançlardan insanlar da iftarlara davet
edilir. Onlarda bu davete icabet ederler. Özenle hazırlanmış sofralarda hep
birlikte yerler yemeklerini. Gönüller ısınır. Kaynaşır. Bir olunur. Kenetlenir
insanlar birbirine. Çok hoş değil mi? Çok güzel değil mi?
Muharrem ayı da öyledir. Özeldir, kıymetlidir. Yine
muharrem ayı içinde aşure günü vardır. Türkiye’de yetişip de aşure sevmeyen
yoktur sanırım. Hangi inançtan, hangi mezhepten olursa olsun aşureler yapılır.
Komşulara dağıtılır. Ağızlar tatlandırılır. Yine gönüller ısınır, toplum
kaynaşır, bir olunur, kenetlenir insanlar birbirine.
Küçüktüm, rengarenk yumurtaların ikram edildiği
Paskalya günü vardı. Dini, mezhebi yoktu. Hayal mayal hatırlıyorum. Öyle bir
çok renk yoktu ama renkli yumurtalar ne hoşuma giderdi. Komşuyu komşuya, insanı
insana yakınlaştıran şeylerdi bunlar. Şimdi yapan var mı bilmiyorum.
Komşularımın arasında elinde yumurta ile kimseyi görmüyorum. Sadece iş
dünyasında, o da uluslararası ortamlarda, kimi zaman Hristiyan inancındaki iş
arkadaşlarımızın Paskalya’sını kutlama şeklinde. Hatta sosyal medyada cılız bir
şekilde. Ne olurdu sahip çıksaydık? Olmayınca daha mı iyi oldu?
Bırak onu çıkıyor birisi “yılbaşı kutlamak
günah” diyor. Hele bir de kitlesi varsa, üç kişi, beş kişi fark etmez
birilerini etkiliyorsa vay halimize. Ne dediğinin, ne yaptığının, nelere sebep
olduğunun farkında değil. Toplumda yeni yılı kutlayanlara karşı bir tepki, ikilik
oluşturuyor. Oysa yeni yılı, gecenin kısalmaya, gündüzün uzamaya başladığı 22
Aralık’ı kutlama, Nardugan Bayramı, hatta hatta geyikleriyle, arabasıyla
Ayazata ile Karkız bizim kültürümüzde var. Ne yazık unutulup gitmiş. İşin aslı
batıdan almış falan değiliz. Hoş batıdan alsak ne olacak? Güzel olanı, seni
birbirine kenetleyecek olanı, bir araya getirecek olanı sahiplensen ne olacak?
Yoook olmaz! Bir diğeri çıkıyor, vay efendim “Noel
dediğin Hristiyanlık propagandası”ymış. Olabilir. Velev ki doğru. Varsayalım
Hollywood tüm bu Noel filmlerini propaganda amaçlı yapıyor, yapmış olsun. Noel
hazırlıkları başlıyor. Çam ağaçları, evler süsleniyor. Hediyeler alınıyor. Bir
araya geliniyor. Amerika’da bir de Şükran Günü var. Aile bir araya geliyor.
Birlikte yemekler yeniyor vs. Tıpkı bizim iftar yemekleri gibi. Velev ki
propaganda, evet tüm dünyayı imrendiriyor. Evet o filmler izleniyor. Sen de yap!
Bizim bayramlarımızın zemini çok daha eski, ihtişamlı. Mesela Ramazan Bayramı
mı, Şeker Bayramı mı diye ikilik yaratacağına, ister “Şeker” ister “Ramazan” olsun,
dünyaya tanıt. Bugünün koşullarına en uygun haliyle daha bir sahip çık. Dünyaya
sevdir. Yapamıyorsun değil mi? Neden? Çünkü tüm enerjini pozitif tarafa değil,
negatif tarafa sarf ediyorsun. Tarafgirlikle, ikilik çıkarmakla uğraşıyorsun. Laik
bakış açısına ait her konuya karşısın.
Toplumu birbirine kenetlemek için bu toprakların
neleri neleri var. Nevruz’ları, Hıdırellez’leri var. Tüm dünya çocuklarını bir
araya getirdiğimiz, dünyanın ilk çocuk bayramı 23 Nisan’ımız var bizim. 23
Nisan geleceği inşa edecek çocuklarımıza dostluk, kardeşlik, barış mesajı
vermesi açısından o kadar kıymetli ki! Çok çok daha görkemli kutlanabilir. Tüm
dünyaya çok daha fazla duyurulabilir. O kadar ki tüm dünyada kutlanan bir gün
olabilir. Merkezi Türkiye olur. Dostluk, kardeşlik, barışın tohumları
Türkiye’den atılmaya başlamış olur. Ne büyük bir onur. TV’ler için yaptığımız
dizilerimiz yurt dışında önemli bir seyirci kitlesine ulaşıyor. Bu dizilerde peyderpey
23 Nisan işlenebilir. Yeter ki enerjimizi şu kutlanmaz, bu kutlanmaz yerine
güzel olana sahip çıkmaya harcasak. Bayramlarımızı sönükleştirmek yerine çok
daha coşkuyla kutlasak. Çok daha fazla sahip çıksak. 29 Ekim’ler, 19 Mayıs’lar,
30 Ağustos’lar ne kıymetliler. Sahip çıkılırsa yıllar sonra verdikleri mesaj
anlamında ve özellikle birbirimize kenetlenmemiz, tek yumruk olmamız, taş gibi
olmamız anlamında çok daha fazla kıymetli olacaklar.
Duracaksak bizi bölenden, ayrıştırandan uzak
duralım. Bizi bir araya getirene sahip çıkalım, güzele, güzelliklere sahip
çıkalım. Kötülükler yitip gitsin, yok olsun, güzellikler çoğalsın. Değilse
yazımın başındaki saçma hallere düşeriz vesselam.
23 Şubat 2025 Pazar
BAŞARILI OLMAK İÇİN ÜÇ İPUCU
Atelyeler, çalıştaylar, eğitimler, makaleler, elektronik ortam hiç fark etmez kişisel gelişime dair tüm mecralarda karşınıza çıkar; “başarılı olmak için beş tüyo”, “başarıya giden altı yol”, başarının yedi sırrı” ya da benzer bir başlık.
Kuşkusuz
bahsedilenlerin çoğu isabetli ve doğrudur. Hangisinin çok önemli ve kıymetli,
hangisinin olsa da olur skalasında olduğuna bakmadan ciddiye alıp, o anlamda
kendini geliştirmeyi becerenler mutlaka faydasını görürler. Neticede tecrübesini
paylaşanlar belli bir tecrübe biriktirmiş insanlardır. Paylaşmak ne güzeldir,
paylaşmakla ne güzel etmişlerdir.
Ve
kişisel gelişim çabasında olanlar ise o nispette geliştirirler kendilerini,
çıkarlar basamakları.
Bu
girizgahın sebebi ben de birkaç ipucu ekleyeceğim. Aslında konuya dair alt alta
bir dolu şey yazabilirim ama çok bildik olanlara dokunmaya gerek yok. Zaten
yazan yazmış, söyleyen söylemiş, okuyan okumuş, uygulayan uygulamış. Belki bir
gün kendimden bir şeyler katarak, farklı bir perspektiften onu da yaparım. Ancak
bugün o gün değil.
Gelelim
benim paylaşmak istediklerime. Tabiri caizse benim vereceğim ip uçlarına.
İstediğinize
Değil Sizden Beklenene Odaklanın!
Kuşkusuz
her şirketin belirlediği, üst yöneticilere verdiği objektifler, ona göre
hazırlanmış performans göstergeleri, hazırlanmış yol haritaları vardır. Bu
hedefler yönetim kademelerinde en kılcal damarlara kadar kırılarak,
detaylandırılarak iner. Her yöneticinin, çalışanın da o paralelde şirketine,
patronuna, yani raporladığı yöneticisine, takımın bir üyesi olarak takıma karşı
sorumlulukları vardır. Yöneticiniz şirket genel rotası paralelinde kırılmış,
detaylandırılmış hedeflerinizi sizinle ilgili dönem başlarında paylaşır. Ondan
da ziyade, pek daha fazlası öyle topyekun değil peyderpey günlük tempo, günlük iş
akışında görev talebi şeklinde size gelir. Şirketin, raporladığınız kişinin beklentilerini
hayata geçirmek, verdiği işleri sonuçlandırmak kuşkusuz başarıyı getirir. Profesyonellerin
en sık düştüğü tuzaklardan biri; kendinden beklenene değil, yapmak istediğine,
yapmak istediği biçime, iyi bildiğine, benimsediğine, kendisine kolay gelene odaklanmalarıdır.
Kendinden bekleneni ıskalayıp, kendi istediğine odaklanan kişi kendine göre çok
iyi işlerde yapsa o kendine göre öyledir. Kendine göre harikalar yaratıyor dahi
olabilir. İşin aslı mensubu olduğu ekibe katkısı zannettiği kadar değildir.
Üzücü yani hiç katkısı olmayabilir, dahası zarar veriyor olabilir. Kendinizi bu
durumdan kurtarmak her fırsatta kendinize şu soruyu sorun; “Benden ne
bekleniyor?” Bir nevi eksen kaymasının önüne geçip, sizden beklenen rotaya
dönün. Evet sihirli soru; “Benden ne bekleniyor?”
Yaparım
Dediğinizi Yapın!
Sorumluluğunu
aldığınız işi, söylediğinizi, taahhüt ettiğinizi kurallar dairesinde ne yapın
edin yapın. “Yaparım dediyse mutlaka yapar” dedirtmek çok güçlü bir itibar
bileşenidir. İtibarsız başarı söz konusu bile değildir. Yapamayacağınız şeyler
konusunda yoğun beklenti yaratmayın. Güvendirmeyin. Dediğini yapmak itibar
kazandırırken vaat ettiğini yapmamak yada yapamamak da tam tersi itibar
konusunda intihar etmektir. Hele tekerrür ederse size artık kimse güvenmez. “Yaparım
dediyse mutlaka yapar”ın zıddı “Bırak Allah’ını seversen neyine
güveniyorsun”dur ki bu niteliğin başarılı olma şansı yoktur. Bahse konu görev;
ekip, zaman ve bütçe gerektiren aşamaları olan gayet detaylı bir proje de
olabilir, kendi başınıza hemen, kısa bir zamanda halledebileceğiniz çok temel
bir iş de olabilir. Hiç fark etmez görev layığıyla, beklentileri karşılayacak kalite
ve zamanda tamamlanmalıdır. Görevi alırken tüm detaylar, tamamlanması beklenen
tarih vb.leri mutlaka konuşulmalıdır. İş dünyası dışımızda gelişebilecek kötü
sürprizlere gebedir. Aman olmasın ama ola ki yetiştirememe, arzu edilen
kalitede tamamlayamama ihtimali hasıl olursa mutlaka kabul görebilecek bir süre
öncesinde, o sormadan yöneticiye bilgi verilmelidir ki bu alternatifi düşünmek
bile istemiyorum. Unutmayınız ki sizin yaparım dediğiniz işe güvenerek sizin patronunuzda
birilerine söz vermiş olabilir, ya da sizin yapmayı taahhüt ettiğiniz işe bağlı
başka işleri olabilir. Onun işlerini aksatmak en son isteyeceğiniz şey olmalı.
Sonuç “yaparım dediğinizi yapın”.
“En”
Olun, “Daha” Olun!
Başarılı olmak için kendinize sakladığınız, kendinize ait, kişisel anahtar performans göstergeniz “en” yada “daha” olsun. Toplantıya “en” önce siz gelin, toplantıya “en” hazırlıklı da yine siz olun. Genel içinde “en” olmaya, mukayesede ise en azından “daha” olmaya gayret gösterin. Mesela satış departmanındasın, hedef tutturmada en yüksek yüzdeyi siz yakalayın, en iyi raporlamayı siz yapın. Finans departmanındasınız, bankadan alınabilecek en iyi oranları siz alın. Genel içinde “en” dedik şimdi mukayeseye bakalım. Finanstan devam edecek olursak en değilse bile kardeş şirketin finansından “daha” iyi oranı almış olun. Bir pozisyon için iki adaydan biri iseniz “daha” iyi, “daha” istekli olun. Dün olduğunuzdan “daha” güçlü olun. “Daha” istekli olduğunuzu herkes görsün. Hedefiniz her zaman “en” olsun, “daha” olsun.
29 Aralık 2024 Pazar
İÇİ BOŞ , OBEZ MARKALAR
Oysa son yüzyılda, markaya, markalamaya, markalaşmaya dair, gerek iş dünyasında pratikte, gerekse üniversitelerde teoride kafa yoruluyor, işler, projeler hayata geçiriliyor, kitaplar yazılıyor, dersler, konferanslar veriliyor. Son yüzyılda dedim ama markanın geçmişi belki 150-200 yıl. Daha köktenci bir bakışla belki çok çok daha eski. Neyse gelin anlaşabilmemiz için, bugün anladığımız anlamdaki marka meselesine geriye dönük yüz yıl diyelim.
Peki marka bu kadar
üzerine düşülmeyi, önem verilmeyi hak ediyor mu? Hak etmez olur mu? Ediyor
çünkü şu ana kadar yazdıklarımdan ibaret değil marka. Yazdıklarım markanın bir
anlamda tescil sürecindeki tanımı. Oysa marka bir o kadar derin mevzu.
Bu yazıda pazar, hedef
pazar, konumlandırma vs. konularına girersek çıkamayız. O sebeple markanın
tanımından devam edeceğim ki derdimi anlatabilmem için bu kafi.
Ben markayı zihinlerdeki
algı olarak görürüm. İsmini okuduğunda, şeklini, logosunu, rengini, markaya ait
ayırt edici bir ürünü, enstrümanı gördüğünde tanıma (bilinirliği) ve zihinde
oluşan algı. İyi, kötü, hayranlık, güven vs. vs. Bu algı nasıl oluşuyor meselesi
de uzun uzadıya bir konu da biz “marka”nın günümüzdeki içeriğinin yanından
ayrılmadan anlatmak istediğimizi anlatalım. Markanın çıkış noktası adı üstünde
mark, işaret, işaretlemek, işaretleyerek diğerlerinden ayırmak, fark. 150-200
yıl önce hayvanlarını damgalayarak ve diğerlerinden ayırt edilmesini sağlamak
artık bugün anladığımız anlamdaki marka için kafi değil.
Marka artık daha iyi,
daha güzel, daha kullanışlı olmayı, daha müşteri odaklı olmayı, memnuniyeti,
daha da ötesinde diğerlerinde olmayan faydayı ve hatta inovatif bir bakışla
kendi bulduğu, icat ettiği yenilikleri, diğerlerinde olmayan faydayı vaat
ederek fark yaratıyor, farklı oluyor. Bugün anladığımız anlamda marka, yapıştır
üstüne logoyu devri bitti, kafi değil. Tanınabilirsin, bilinebilirsin, ayırt
ediliyor olabilirsin. Lakin bu marka olmak mıdır? En temel manada evet. Günümüz
müşteri memnuniyetini önceleyen anlayışta kesinlikle hayır!
Dedik ya marka ayırt
edici faydayı/faydaları vaat eder. Vaat şart lakin kafi değil. Vaadi yerine
getirerek azami memnuniyeti sağlamak gerekiyor. Kafi mi? Yine değil. Hala
değil. Bu kurgunun sürdürülebilirliği de son derece önemli.
Toparlayacak olursak vaat,
iletişim, fayda, fark, memnuniyet, sürdürülebilirlik ve nihai olarak bunların
sonucu oluşan itibar markayı gerçek bir marka yapar. Tüm bu bileşenlerin
arkasında durmak, yaşatmak itibar yönetiminin de alt başlıkları zaten. İtibarsız
bir marka zaten olamazda hakiki ı yüksek bir marka bana göre gerçek markadır.
Gelelim markacıklara.
Yok burada Kıbrıs aksanının mütevaziliğine gönderme falan yok, direk kendini
marka zannedenlere söylüyorum. Markacıklar. Ya da yazının başlığında
kullandığım gibi içi boş, obez markalar! Markanın vaat ettiğinden bahsetmiştik.
Vaat etmek, fark için, fayda için taahhütte bulunmak, vaat ettiğinin arkasında
durmak, markanın altını doldurmak, hele hele bunu sürdürmek kolay iş değildir.
Yaşamda, iş yaşamında
tecrübe biriktirdikçe insanın farkındalığı artıyor. Sonra ne mi oluyor? Çok
daha deneyimsiz iken bakıp görmediğin, görsen de önemsemediğin eksikler,
yanlışlar gözüne çok daha fazla batmaya, rahatsız etmeye başlıyor. Hele hele de
kısmen belli bir kalite çıtasını tutturmuşların en küçük zorluklar karşısında
küçük hesap yapıp, hele de müşteriyi salak yerine koymaları insana eyvah eyvah
dedirtiyor.
Geçenlerde anlı şanlı
bir akaryakıt dağıtım şirketinin istasyonunda personel müşterinin birine öyle çirkin
davrandı ki her şeyi göze alıp, müdahale etmek zorunda kaldım. Müdahale derken
yaşım gereği babacan bir tavırla ve gerçekten son derece tatlı bir dille,
birazda mesleğim gereği, istasyona gelen bir müşteriye böyle davranmaması
gerektiğini, o an çok önemli bir markayı temsil ettiğini, sadece o müşteri
değil o an orada olan tüm müşterilerin kendisini izlediğini izah etmeye çalıştım.
Çalıştım çalışmasına da personel adamcağızın arkasından vır vır konuşmaya devam
etti. Yok dedim bu bir kabus olmalı. İşin kötüsü her an hadise büyüyebilirdi. Muhtemel
o personelin davranış bozukluğu problemi vardı. Böyle bir marka bunu pas
geçemezdi. Bendeki kalite çıtası çok yukarılarda olan bu markanın
istasyonlarında benzer hallere tekrar şahit olmam bendeki algısını çökertir ki
bu bir talihsizlik değil de marka yönetiminde, itibar yönetiminde bir zafiyet
ise mutlaka yaşanacak demektir.
Yine yılların perakende
zincirinin meyve sebze reyonundaki ürünlerin pazarda kendini ucuz olduğu
vaadiyle, uygun fiyatla konumlamış bir diğer zincirin ürünlerinden çok daha
özensiz olması, kalitesiz ve hatta çürük çarık olması son derece rahatsızlık
verici değil mi? Daha fazla ödeyip, daha kalitesiz ürün neden alınsın ki?
Dedim ya farkındalık
artınca rahatsızlık da artıyor. Mesela dünya para verdiğin, büyük marka olduğu
iddiasındaki bir kalem markasının roller ucu bitiyor. Hiçbir ilgili satış
noktasında yedek uç bulamıyorsun. Kalemi var, satılıyor, yedek ucu yok. Ya da
üzerindeki mavi ince (fine) ucu değil de siyah kalın (broad) olanını kullanmak
istiyorsun. Yok. Bulamıyorsun. Elbette yedeğinin her bakkalda, büfede,
kırtasiyede bulunmasını beklemek haksızlık olur. Sonuçta optimum bulunurluğu
gözetmek lazım. Lakin kalemini sattırdığın noktaya yedek ucunu sattırmamak,
bunun adı kalitesizlik, müşteriyi hayal kırıklığına uğratmak, itibarda
noksanlık. Böyle marka olunmaz. Hiçbir şey yapamıyorsan bu ve benzer ihtiyaçları
duyan müşteriye o ürüne nasıl kolayca ulaşabileceğini dağa taşa yazarsın. Hakikaten
de müşteri o yolu kullanarak kolayca ürüne ulaşabilir, bir tanecik yedek ucu
bulmak için yırtınıp durmaz. O zaman tamam. Yeri geliyor internette bile bulmak
için dokuz takla atıyor, bulamıyorsun. Bu durumda olan marka hala marka olarak
görülüyorsanız biliniz ki geçmişte seleflerinizin, işini iyi yapanlarınızın,
sizi marka yapanlarınızın yarattığı algıdan, itibardan, mirastan yiyorsunuz. Bu
o demek. Bu devran bir süre daha böyle gider. Bir süre daha sefanızı
sürersiniz. Üzerinize düşeni yapmaz, markadan itibardan ödün vermeye devam
ederseniz elbette sonunuz hayırlı olmaz.
Hiç abartmıyorum. Hadi
dünya para verdiğiniz gözlüğünüzün camında küçük bir çizik oluşsun. E gözlük
henüz pırıl pırıl ama camdaki çizik sizi rahatsız ediyor. Dur AVM’ye gelmişken gözlüğün
camını değiştirteyim diyorsunuz. Nerdeee . . . . Şanslıysanız distribütörden getirtecek. Olmadı
yurtdışından geliyor diyecek. Kaç gün? 10 gün ile bir ay arası. Neden bu kadar
bekliyorum ki? E mağazalarda stok yok. Tamam her mağazada stoğu olmasın lakin
bir, bilemedin iki gün içinde mağazaya ulaştırabilecek bir merkez stok neden
yok? Ben gözlüğümü 15-20 gün neden kullanamıyorum ki? Orta halli bir gözlüğün 4
- 5 katı fiyata satmayı biliyorsun. Sonra sonra camı yok.
Çevremiz o kadar çok
obez marka ile dolu ki. Sen böyle olursan sayın müşteri sayıları artmaya da
devam edecek. Sadece adı, markası . . . . . . . diye alıyorsun. Beklentilerin o
kadar yerlerdeki alamadığın hizmetten, faydadan rahatsız olmuyorsun. Tabiri
caizse üstündeki gömleğin üzerinde . . . . . . markasının yazıyor olması
beklentilerinin %90’nını karşılıyor sanki. Kimse kusura bakmasın da bizde de var.
Büyük problem bu. Sen de iyice tepkisiz oldun be kardeşim. Bir garip oldun. Her
mağduriyete boyun eğer oldun. Ya hakkının farkında değilsin, ya hak ettiğini
düşünmüyorsun, ya hakkını aramıyor, arayamıyorsun. Hakikaten bir garip oldun.
BİLMEM? OLUR MU?
İsrail askeri güç anlamında elbette daha güçlü. Sayısal durumdan ziyade teknolojik olarak bu böyle. Arkasındaki destekçilerini de hesaba kat...
-
Zaman zaman kutsal kitabımız Kur’an’a da dayandırılarak insanın “yaratılmışların en şereflisi” olduğu falan söylenir. Yaratılmışların en ş...
-
Meramıma gelmeden önce markaya, markanın ne olduğuna, marka kavramına nasıl baktığıma dair bir şeyler yazmam gerek sanırım. Markayı tescille...
-
Arapça zlm, zulm kökünden gelip, dilimize birçok türemişiyle girmiş bir kelimedir, zulüm. Daha ziyade güçlünün, güçlü olanın kendinden olmay...