1299 yılıydı. Küçük bir beylik olarak tarihimizin en uzun ömürlü devleti kuruldu. Bu küçük beylik 16. yüzyıla kadar her geçen gün serpildi, büyüdü, güçlendi. Üç kıtaya hakim bir dev oldu. Maatteessüf onaltıncı yüzyılla birlikte güç kaybetmeye başladı. Güç kaybettikçe Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan farklı kültürlerin birlikte yaşama iradesi yok olmaya, emperyalistlerin de kışkırtmasıyla isyanlar çıkmaya başladı. Nihayetinde I.Dünya Savaşı, peşinden Mondoros, peşinden Sevr ve 623 yıllık koskoca devlet nihayete erdi. Hani bazılarının en iyimser yaklaşımla “nankörce” söyledikleri gibi Osmanlı’yı Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk ve silah arkadaşları yıkmadı. Cumhuriyet öncesi toprakları işgal edilmiş ve zaten yıkılmıştı.
Vatanseverler ihtilaf devletlerinin topraklarımızı işgalini içlerine sindiremediler ve inan, inanma, beğen, beğenme tüm dünyada hayranlık uyandıran bir mücadele ile vatan toprağını esaretten, işgalden, düşman elinden kurtarıp, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmayı başardılar. Bu yeni devlet ile sadece 21.yüzyıl ve sonrasında varlığını idame ettirebilecek modern bir yönetim şekline kavuşulmadı aynı zamanda ülke insanını kulluktan kurtarıp, kendine yakışacak özgür bireyler olma yolunda bir sürece soktular. Ve Atatürk dedi ki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Nedir egemenlik? Nedir bila kayd ü şart milletin olan? Hakimiyet, yani güç, yani iktidar, yani yasama, yürütme, yargı gibi erklerin tümü. Yani dedi ki bu bağımsız devleti artık devletin gerçek sahibi olan bu yüce millet yönetecek. İnsan onuru ile kimsenin tesirinde olmadan, özgür iradesi ile kendi kararını kendi verecek.
Bu arada, eğer sen, insan gibi kendi kendini yöneteceksen, o zaman sultan, padişah, çar, mihrace, kral gibi roller çok mu gerekli? Elbette değil.
Osmanlı İmparatorluğu ile beraber hanedan, padişah, şehzade, sultan gibi kavramlar mazide kaldı. Aile ise, mensupları dünyanın dört bir yanında da olsa, varlığını sürdürdü. Pek ortalarda görünmüyorlardı. İlk Ertuğrul Osman Efendi’yi öğrendim. Sarayda doğmuştu, doğumunda yüz pare top atılmış, gerçekten şehzade ünvanı taşımış son Osmanlı’ydı. Sonrasında Fatma Neslişah Osmanoğlu. Neslişah Sultan. Osmanlı Hanedan Defteri'ne kaydı yapılmış son kişi. O da gerçek bir sultandı ve fotoğrafını gördüğümde ilk aklıma gelen ne kadar zarif olduğu idi.
Aileye dair okuduğum kitaplardan ilki yanılmıyorsam “Saraydan Sürgüne” idi. Fransa’da yaşayan, torunlardan, Gazeteci Yazar Kenize Murad yazmıştı. Çok etkileyici bir kitaptı. Aileyi hep takip etmek istedim. Ertuğrul Osmanoğlu, Bayezid Osmanoğlu, Neslişah Osmanoğlu ve diğer tüm aile mensupları neticede atalarımdan miras bir ailenin fertleri idiler.
Son yıllarda bazı aile üyeleri, özellikle de Türkiye’de yaşayan ya da Türkiye ile bağı daha yoğun olan, genç ve daha heyecanlı olanlar medyada, sosyal medyada çok görünür oldular. Hatta Osmanoğlu soyadını kullanıyor olma şerefi yeterli gelmedi sanırım isimlerinin başına, sonuna “sultan”, “şehzade” falan koyup, sosyal medya hesaplarını öyle açtılar. Belki konjonktür, Osmanlıcılık yaklaşımı, belki aileden olmanın popülaritesi, varsa sair getirileri falan ilgilerini çekmiş olabilir. Neyse hadisenin bu tarafı bizi ilgilendirmez, kendileri bilir. Beni ilgilendiren mevzu başka.
Şaşkınlığım ülke insanımıza dair.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eşit vatandaşı, artık özgür bir birey olan, yani artık kimsenin kulu, kölesi olmayan, yada sadece ve sadece Hak Teala’nın kulu olan insanımızın gerek sanal, gerek gerçek fark etmez bazı ortamlarda, bazı aile üyelerine hitap şekillerine bakıyorum da diyorum ki bu işte bir bilgi fakirliği, bir akıl noksanlığı hali olmalı. Sen ne dediğinin, ne yaptığının farkında mısın be adam? Bırak aileyi, aile üyelerini; benzer durum bir kısım tarikat şeyhlerine, cemaat liderlerine, siyasi liderlere yapılmıyor mu? Önünde neredeyse secdeye varmalar, el etek öpmeler, dizinin dibinde başı eğik, el pençe divan durmalar. “Sultanım” diyor adam. “Şehzadem” diyor ağzından bir “şehzadem” kelimesi daha çıkıyor. “Ben Ahmet kulunuz” diyor. Bu sözlerin şirk olduğunu, en ağır küfür olduğunu umursamadan. Yahu ne meraklıymışsın padişahlığa, ne meraklı imişsin kulluğa, köleliğe.
Peki benim kıymetli arkadaşım biliyor musun ki sağlıklı toplumlar ancak gerçek bireylerden oluşur. Birey olacak ki herhangi bir güce biat etmeden kendi kararlarını kendi verecek. Birey olacak ki kendinin, kendi bilincinin farkında olacak. Birey olacak ki kişiliksizlik, erdemsizlik, lakaytlık, işgüzarlık, kraldan çok kralcılık, adam sendecilik, günü kurtarmacılık gibi nitelikleri olmayacak, kendi gibi olana kulluk, kölelik yapmayacak. Birey olacak ki aklını kullanarak karar alıp, aldığı kararların sorumluluğunu alacak, gerekirse bedel ödeyecek.
Tabi ki birey olmak kendi başına buyruk olmak, hak, hukuk, yasa tanımaz olmak, toplumdan kopuk, ya da asosyal olmak demek değildir. Aksine birey olmak bütünün içinde olmak, bütünün içinde kendi gibi olabilmektir. Toplumların gelişmesi ise birey olmayı başarabilenlerden oluşmasıyla ilgilidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder