29 Aralık 2024 Pazar

İÇİ BOŞ , OBEZ MARKALAR

Meramıma gelmeden önce markaya, markanın ne olduğuna, marka kavramına nasıl baktığıma dair bir şeyler yazmam gerek sanırım. Markayı tescilletme, kaydettirme perspektifinden baktığımızda marka; mal ve hizmetleri benzerlerinden, diğerlerinden ayırmaya yarayan şekiller, işaretler şeklinde tariflenir. İsim olur, sözcük olur, harf olur, sayı, şekil ve benzerleri olur. Gördüğümüzde diğerlerinden ayırt etmemizi sağlıyorsa markadır. Tabi bu markanın kağıt üzerindeki tanımı ve çok temel bir misyon yüklenmiş hali. Diğerlerinden ayırmayı sağlıyor. Markanın yalnızca farklılık işlevini içeriyor.

Oysa son yüzyılda, markaya, markalamaya, markalaşmaya dair, gerek iş dünyasında pratikte, gerekse üniversitelerde teoride kafa yoruluyor, işler, projeler hayata geçiriliyor, kitaplar yazılıyor, dersler, konferanslar veriliyor. Son yüzyılda dedim ama markanın geçmişi belki 150-200 yıl. Daha köktenci bir bakışla belki çok çok daha eski. Neyse gelin anlaşabilmemiz için, bugün anladığımız anlamdaki marka meselesine geriye dönük yüz yıl diyelim.

Peki marka bu kadar üzerine düşülmeyi, önem verilmeyi hak ediyor mu? Hak etmez olur mu? Ediyor çünkü şu ana kadar yazdıklarımdan ibaret değil marka. Yazdıklarım markanın bir anlamda tescil sürecindeki tanımı. Oysa marka bir o kadar derin mevzu.

Bu yazıda pazar, hedef pazar, konumlandırma vs. konularına girersek çıkamayız. O sebeple markanın tanımından devam edeceğim ki derdimi anlatabilmem için bu kafi.

Ben markayı zihinlerdeki algı olarak görürüm. İsmini okuduğunda, şeklini, logosunu, rengini, markaya ait ayırt edici bir ürünü, enstrümanı gördüğünde tanıma (bilinirliği) ve zihinde oluşan algı. İyi, kötü, hayranlık, güven vs. vs. Bu algı nasıl oluşuyor meselesi de uzun uzadıya bir konu da biz “marka”nın günümüzdeki içeriğinin yanından ayrılmadan anlatmak istediğimizi anlatalım. Markanın çıkış noktası adı üstünde mark, işaret, işaretlemek, işaretleyerek diğerlerinden ayırmak, fark. 150-200 yıl önce hayvanlarını damgalayarak ve diğerlerinden ayırt edilmesini sağlamak artık bugün anladığımız anlamdaki marka için kafi değil.

Marka artık daha iyi, daha güzel, daha kullanışlı olmayı, daha müşteri odaklı olmayı, memnuniyeti, daha da ötesinde diğerlerinde olmayan faydayı ve hatta inovatif bir bakışla kendi bulduğu, icat ettiği yenilikleri, diğerlerinde olmayan faydayı vaat ederek fark yaratıyor, farklı oluyor. Bugün anladığımız anlamda marka, yapıştır üstüne logoyu devri bitti, kafi değil. Tanınabilirsin, bilinebilirsin, ayırt ediliyor olabilirsin. Lakin bu marka olmak mıdır? En temel manada evet. Günümüz müşteri memnuniyetini önceleyen anlayışta kesinlikle hayır!

Dedik ya marka ayırt edici faydayı/faydaları vaat eder. Vaat şart lakin kafi değil. Vaadi yerine getirerek azami memnuniyeti sağlamak gerekiyor. Kafi mi? Yine değil. Hala değil. Bu kurgunun sürdürülebilirliği de son derece önemli.

Toparlayacak olursak vaat, iletişim, fayda, fark, memnuniyet, sürdürülebilirlik ve nihai olarak bunların sonucu oluşan itibar markayı gerçek bir marka yapar. Tüm bu bileşenlerin arkasında durmak, yaşatmak itibar yönetiminin de alt başlıkları zaten. İtibarsız bir marka zaten olamazda hakiki ı yüksek bir marka bana göre gerçek markadır.

Gelelim markacıklara. Yok burada Kıbrıs aksanının mütevaziliğine gönderme falan yok, direk kendini marka zannedenlere söylüyorum. Markacıklar. Ya da yazının başlığında kullandığım gibi içi boş, obez markalar! Markanın vaat ettiğinden bahsetmiştik. Vaat etmek, fark için, fayda için taahhütte bulunmak, vaat ettiğinin arkasında durmak, markanın altını doldurmak, hele hele bunu sürdürmek kolay iş değildir.

Yaşamda, iş yaşamında tecrübe biriktirdikçe insanın farkındalığı artıyor. Sonra ne mi oluyor? Çok daha deneyimsiz iken bakıp görmediğin, görsen de önemsemediğin eksikler, yanlışlar gözüne çok daha fazla batmaya, rahatsız etmeye başlıyor. Hele hele de kısmen belli bir kalite çıtasını tutturmuşların en küçük zorluklar karşısında küçük hesap yapıp, hele de müşteriyi salak yerine koymaları insana eyvah eyvah dedirtiyor.

Geçenlerde anlı şanlı bir akaryakıt dağıtım şirketinin istasyonunda personel müşterinin birine öyle çirkin davrandı ki her şeyi göze alıp, müdahale etmek zorunda kaldım. Müdahale derken yaşım gereği babacan bir tavırla ve gerçekten son derece tatlı bir dille, birazda mesleğim gereği, istasyona gelen bir müşteriye böyle davranmaması gerektiğini, o an çok önemli bir markayı temsil ettiğini, sadece o müşteri değil o an orada olan tüm müşterilerin kendisini izlediğini izah etmeye çalıştım. Çalıştım çalışmasına da personel adamcağızın arkasından vır vır konuşmaya devam etti. Yok dedim bu bir kabus olmalı. İşin kötüsü her an hadise büyüyebilirdi. Muhtemel o personelin davranış bozukluğu problemi vardı. Böyle bir marka bunu pas geçemezdi. Bendeki kalite çıtası çok yukarılarda olan bu markanın istasyonlarında benzer hallere tekrar şahit olmam bendeki algısını çökertir ki bu bir talihsizlik değil de marka yönetiminde, itibar yönetiminde bir zafiyet ise mutlaka yaşanacak demektir.

Yine yılların perakende zincirinin meyve sebze reyonundaki ürünlerin pazarda kendini ucuz olduğu vaadiyle, uygun fiyatla konumlamış bir diğer zincirin ürünlerinden çok daha özensiz olması, kalitesiz ve hatta çürük çarık olması son derece rahatsızlık verici değil mi? Daha fazla ödeyip, daha kalitesiz ürün neden alınsın ki?

Dedim ya farkındalık artınca rahatsızlık da artıyor. Mesela dünya para verdiğin, büyük marka olduğu iddiasındaki bir kalem markasının roller ucu bitiyor. Hiçbir ilgili satış noktasında yedek uç bulamıyorsun. Kalemi var, satılıyor, yedek ucu yok. Ya da üzerindeki mavi ince (fine) ucu değil de siyah kalın (broad) olanını kullanmak istiyorsun. Yok. Bulamıyorsun. Elbette yedeğinin her bakkalda, büfede, kırtasiyede bulunmasını beklemek haksızlık olur. Sonuçta optimum bulunurluğu gözetmek lazım. Lakin kalemini sattırdığın noktaya yedek ucunu sattırmamak, bunun adı kalitesizlik, müşteriyi hayal kırıklığına uğratmak, itibarda noksanlık. Böyle marka olunmaz. Hiçbir şey yapamıyorsan bu ve benzer ihtiyaçları duyan müşteriye o ürüne nasıl kolayca ulaşabileceğini dağa taşa yazarsın. Hakikaten de müşteri o yolu kullanarak kolayca ürüne ulaşabilir, bir tanecik yedek ucu bulmak için yırtınıp durmaz. O zaman tamam. Yeri geliyor internette bile bulmak için dokuz takla atıyor, bulamıyorsun. Bu durumda olan marka hala marka olarak görülüyorsanız biliniz ki geçmişte seleflerinizin, işini iyi yapanlarınızın, sizi marka yapanlarınızın yarattığı algıdan, itibardan, mirastan yiyorsunuz. Bu o demek. Bu devran bir süre daha böyle gider. Bir süre daha sefanızı sürersiniz. Üzerinize düşeni yapmaz, markadan itibardan ödün vermeye devam ederseniz elbette sonunuz hayırlı olmaz.

Hiç abartmıyorum. Hadi dünya para verdiğiniz gözlüğünüzün camında küçük bir çizik oluşsun. E gözlük henüz pırıl pırıl ama camdaki çizik sizi rahatsız ediyor. Dur AVM’ye gelmişken gözlüğün camını değiştirteyim diyorsunuz. Nerdeee . . . .  Şanslıysanız distribütörden getirtecek. Olmadı yurtdışından geliyor diyecek. Kaç gün? 10 gün ile bir ay arası. Neden bu kadar bekliyorum ki? E mağazalarda stok yok. Tamam her mağazada stoğu olmasın lakin bir, bilemedin iki gün içinde mağazaya ulaştırabilecek bir merkez stok neden yok? Ben gözlüğümü 15-20 gün neden kullanamıyorum ki? Orta halli bir gözlüğün 4 - 5 katı fiyata satmayı biliyorsun. Sonra sonra camı yok.

Çevremiz o kadar çok obez marka ile dolu ki. Sen böyle olursan sayın müşteri sayıları artmaya da devam edecek. Sadece adı, markası . . . . . . . diye alıyorsun. Beklentilerin o kadar yerlerdeki alamadığın hizmetten, faydadan rahatsız olmuyorsun. Tabiri caizse üstündeki gömleğin üzerinde . . . . . . markasının yazıyor olması beklentilerinin %90’nını karşılıyor sanki. Kimse kusura bakmasın da bizde de var. Büyük problem bu. Sen de iyice tepkisiz oldun be kardeşim. Bir garip oldun. Her mağduriyete boyun eğer oldun. Ya hakkının farkında değilsin, ya hak ettiğini düşünmüyorsun, ya hakkını aramıyor, arayamıyorsun. Hakikaten bir garip oldun.

TÜRKÇE TÜRKÇE'DİR.

29 Aralık 2014'te yazmışım. Değişen hiçbir şey yok.

Neresinden bakmaya çalışırsam çalışayım ortaya atılan bazı konulara popülizmin ötesinde bir anlam yükleyemiyorum. Şimdi de Osmanlıca. Al sana gündem. Türkçe ile felsefe yapılmaz. Artık sündür de sündür.

Neden mi böyle düşünüyorum ? Çok basit. İlkokul düzeyinde tespitler yapalım şimdi.
Burası Türkiye, dili Türkçe. Tıpkı Fransa ve Fransızca, Almanya ve Almanca, İngiltere ve İngilizce, İspanya ve İspanyolca gibi . . . Doğru mudur ? Doğru.
En derinlerden , geçmişten bugüne Türklerin dili doğal olarak Türkçe. Tıpkı Fransızlar, Almanlar, Araplar, İspanyollar, İngilizler gibi. Demem o ki uzak Asya’dan Anadolu’ya atalarımızın kullandığı dilin zemini hep Türkçe. Doğru mudur ? Doğru.
Gurur duyduğumuz atalarımız üç kıtaya hükmederken elbette dilimize Arapçadan, Farsçadan, Fransızcadan, eski Yunancadan kelimeler girmiş. Bu bir dili başka bir dil yapar mı ? Yapmaz ! Tereddüt var mı ? Yok.
Varsa en küçük tereddüdün, o zaman şöyle sorayım: Çok basitçe, dedim ya ilkokul düzeyinde. Bugünde dilimize İngilizceden , Arapçadan ve sair dillerden girmiş kelimeler var. Bu dilimizi başka bir dil yapar mı ? Mesela “Türkiyece” demek mümkün mü ? Yada Osmanlı döneminde kullandığımız Türkçeyi Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’nin adıyla “Osmanlıca” diye anıyorsan, bugün kullandığımız Türkçeyi de Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün adıyla “Atatürkçe” diye mi anmamız lazım ? Böyle bir komiklik olabilir mi ? Olmaz ! Türkçe Türkçedir. Net mi ? Net.
Osmanlı döneminde Arap alfabesini kullanmış olmamız Türkçeyi Osmanlıca yapmaz. Bugün Latin harflerini kullanıyor olmamızda Türkçeyi başka bir dil yapmaz. Bu da net mi ? Net.
Ha tanımlamak ve ayırt edebilmek için önüne arkasına bir şeyler ekleyebilirsin. “Osmanlı Türkçesi”, “Eski Türkçe” vb. gibi. Mesela dedem her iki alfabeyi de iyi bilirdi. Not alırken bazen günümüz alfabesini, bazen de Osmanlı döneminde kullanılan alfabeyi kullanırdı. “Eski yazı” derdi, “eski Türkçe” dediğini de hatırlıyorum.
İstersen dil konusunda döneminin en önemli otoritesinin yaklaşımından da bahsedelim. İçimizde kalmasın. Şemseddin Sami. Arnavut asıllı Osmanlı yazarı. 1850-1904 yılları arasında yaşamış. Ansiklopedist ve sözlükçü. İlk Türkçe roman olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ın, ilk Türkçe ansiklopedi olan Kamus-ül Alam'ın ve ilk geniş kapsamlı Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türkî'nin yazarı.
Dikkat et öyle sıradan bir insan değil. Türkçe, Arapça, Farsça, Arnavutça, Eski ve yeni Yunanca, Fransızca, İtalyanca biliyor. Dile değil dillere hakim. Şemseddin Sami Osmanlı Türkçesinin “lisan-ı Osmani” yani “Osmanlı lisanı” diye anılmasına karşı çıkmış. Kullanılan dilin Osmanlı’dan çok daha eski olduğunu ve Türk kavmine ait olduğunu dilin isminin lisan-i Türki olduğunu söylemiştir.
Atalarımın kullandığı alfabeyle hiçbir sorunum yok. Öğretilmesine de karşı değilim. Seçmeli gayet güzel, imkan da var. Öğrenmek isteyenler, ilgi duyanlar öğrensin. Ancak bu tür konular siyasete malzeme olup, şova dönüşünce çok soğuyorum. Ucuz buluyorum. Okullarda müfredatta varsa , isteyen de okuyabiliyorsa kim neden karşı çıkar yada çıksın. Ama tabanını heyecanlandırmak için gündem yapılıyorsa, hele hele yüzyılların Türkçesine Osmanlıca diyerek sanki Türkçeden çok farklı bir dilmiş gibi bir gecede cahil bırakıldık falan gibi yaklaşımlar gerçekten çok üzülüyorum. Üstüne birde bu yaklaşımlara en üst seviyede reaksiyon geliyor. Ondan sonra topla toplayabilirsen.
Allah’ım şöyle birazcık sağduyu . . .

10 Aralık 2024 Salı

SADDAM KADDAFİ MÜBAREK ESAT

“Batı ikili oynuyor”, “batı iki yüzlü”, “batının çifte standardı”, bati adil değil”, “batı terörü destekliyor”, “batı cinayet işleyenlerin yanında” vs. vs. vs. Çok mu şaşırtıcı? İlk defa mı oldu? İlk defa mı duyduk? Bizzat kendimiz dahi ilk defa mı dillendiriyoruz? Hayır! Elbette hayır! İlk olmadığı gibi son da olmayacak. Bu böyle. Gün gelecek en acımasız, en şerefsiz tutuma maruz kalacak zayıf olan, gün gelecek bir tık daha kabul edilebilir bir seviyede olacak yapılan haksızlıklar. Arada bir bir lokma bir jest yaptığı bile olacak güçlü olanın. Ama bu hep onun istediği alanda, istediği zamanda, istediği kadar olacak. Kuşkusuz böyle. Ha terazi her zaman kendine ağır tartacak. Buna da kuşku yok. Sen de hoşuna gitmeyen kararları, hareketleri gördükçe saydırmaya (argo olanı) devam edeceksin. Saydırmaların elbette hiçbir işe yaramayacak. Bağırıp, çağırıp duracaksın. Bildiklerini okumaya devam edecekler. Menfaatlerine olanı yapıp geçecekler. Ne yani siz olsanız farklı mı davranırdınız? Siz de kendi menfaatinizi düşünmez miydiniz? Bir tarafta kendi ülkenizin ya da kendi koltuğunuzun menfaati, diğer yanda bilmem neredeki birileri. Dur yahu kendi ülkemin, kendi iktidarımın menfaatini bir kenara bırakayım, adaletli olayım, bu seferlikte böyle olsun der miydiniz?
Tamam anladım siz derdiniz (bence yalan söylüyorsunuz) ama elin oğlu demiyor kardeşim. Zorla mı?
Bu arada birazda kendine vursan. İğneyi kendine batırsan. Çok mu şey bekliyor olurum? Şu etrafımızdaki coğrafyaya bir baksana. Sadece Türkiye değil. Etrafımızdaki tüm ülkeler için söylenebilir bu. Üzülerek söylüyorum ki sanki hak ediyor muyuz? Güçlü değilsen seni başkalarının lütfedip düşünmesini beklemek ne kadar gerçekçi? Seni sen düşünmemişsin, seni eller neden düşünsün? Adilmiş, değilmiş, haksızlıkmış vs. Yüzde yüz katılıyorum. En basiti şu Gazze’de yaşananlar hukuksuzluğun falan çok ötesinde. Canilik. Lakin sen kendini düşünmezken başkalarının seni düşünmesini beklemek de bir tür saflık. Anlamsız.
Az gelişmiş ülkelerin hemen tümünde aynı şey. Liderleri istediği kadar kendi halkına, kendi seçmenine dünyanın en güçlüsüymüş havası yaratsın. Basın istediğin kadar onları göklere çıkarsın. Neticede gerçek ne ise o. O yerli yerinde. Lafla, sazla, sözle değişmiyor. En kötüsü de kendileri de inanıyor buna. Bir tür psikolojik rahatsızlık sanki. İnanıyor, inandırıyorlar. Bu durum hasıl olduğunda artık sosyolojik bir hastalık oluyor sanırım. Bir tür halüsinasyon mu acaba? Kitle halüsinasyonu.
Neyse bu yeni bir mesele değil. Yüzlerce yıl öncesinden, neredeyse 16-17. yüzyıldan, bu yana bilimin, fennin, teknolojinin ucunu bırakmışsın. Geçtim bilimi, fenni, aklı mantığı dahi rafa kaldırmışsın. Şeyh, şıh, tarikat ve benzerlerinin, hurafelerin gölgesinde, ağaların, aşiretlerin, garip anlayışların, ağır cehaletin yine ağır tesirinde gelmiş gidiyorsun. İster kabul et, ister kabul etme. Dedim ya gerçekler değişmiyor. Son 300-400 yıldır doğru düzgün bir şey üretmemiş lök gibi oturmuş, batı ne ürettiyse zaman içinde onu edinmişsin, batı ne geliştirip, bulduysa kullanmışsın. (Onu da günah vs deyip, yıllarca reddetmediysen.) İnan bunu ben de kabul etmek istemiyorum. Zoruma gidiyor. Ama bakıyorum ne elektrik, ne lamba senin, ne benzin, ne mazot senin, ne radyo, ne televizyon, ne kamera senin, ne araba ne tekeri senin. Sen otur adam aya gitsin, uzaya gitsin, telefonu, bilgisayarı bulsun, çalışsın, senden misli misli fazla üretsin, katma değerli üretsin. Eee sen? Valla sana bir şey demek istemiyorum.
Sen üretmediğin gibi bir de birbirini yiyorsun. Yiyorsun kardeşim. Yalansa yalan de. Irk yüzünden, din, mezhep yüzünden, şunculuk, bunculuk yüzünden birbirini yiyorsun. Sen yemiyorsan, ağalar, beyler, şeyhler, şıhlar, biraz daha devlet gibi olduysan o zamanda örgüt liderleri, parti başkanları vb seni birbirine düşürüyor. Neden? Cahilsin abi. Kabul et. Cahilsin. Senin okumanı, eğitimli olmanı, özgür düşünce ve iradeye sahip olmanı, vatandaşlık bilincine, birey olma bilincine sahip olmanı istemiyorlar. Sen ancak sorgusuz sualsiz mürit olursan, kul olursan, yine hiç sorgulamadan biat edersen, emre itaat edersen, hatta öl deyince ölürsen kendi düzenlerini kuruyorlar sırtından geçinenler. Kusura bakma da sen de pek bir meraklısın kulluğa. Hani Yüce Allah’tan başka toktu tapacak. Yalnızca ona kulluk edip yalnızca ondan yardım dileyecektik hani. Hani Allah yeterdi. Kurban olduğum Allah elbette yeter. E sen bu sıfır özgüveninle birilerine biat etmeye çok meraklısın. İşte bu kafayla modern dünyanın tersine başka bir dünyada yaşıyorsun. Seni kandırıyorlar. Sen de kanıyorsun. Şeyhler, tarikatlar, ağalar, yapamıyorsa politikacılar, liderler kandırıyor. Bak İran’da neler oldu? İran ne hallere geldi? Şu Saddam’a bak, Kaddafi’ye bak. Diktatorya, otokrasi, tek adamlık ülkeleri ne hale getiriyor. Bak şimdilerde Esat’a bak. (diye yazarken Esat yönetimi bırakıp, Suriye’yi terk etti. 8 Aralık 2024) İş başındakiler iktidarlarını korumak için güçlerinin yettiği her şeyi yapabilirler. Esat da yaptı. Ülkesini ne hale getirdi. İşte tek adamlık böyle bir şey. Muhtemel doğru yaptığına inanıyordu. Lakin hiç kuşku yok ki kontrolsüz güç çok ama çok tehlikelidir. O yüzden güçler ayrılığı önemlidir. O yüzden bir lider kendisinden başka iradenin, iradelerin varlığına tahammül edemiyor, yok etmeye çalışıyorsa vay haline o ülkenin. Bu ülkeleri film gibi seyrettik. Yaşıtlarım ve daha yaş almışlarımız onların yakın geçmişlerini de seyretti. Nereden nereye geldiler gözlerimizle gördük.
Bu ülkelerin hepsi kendileri ettiler kendileri buldular. Bunları görmezden gelenlerde yine kendileri bulacaklar. Bunlar hem birbirlerini yerler hem de her fırsat bulduklarında küfrettikleri batıya kaçarlar. Hiç fark etmez Müslüman, Hristiyan, Yahudi, hepsi hem din derler, kitap derler, mezhep derler. Sonra sırf dini, mezhebi yüzünden, ya da kendi gibi düşünmediği için kendi vatandaşını, komşusunu, kardeşini ahlaksız, iffetsiz, gavur, can düşmanı ilan ederler. Dün aynı sofraya oturduklarını, evlerine davet ettiklerini, can ciğerlerini dahi katlederler. Sırf siyasi ikballeri, iktidarları için. Ülkelerini cehenneme çevirir sonra da batıya kaçarlar. Neden yine o bölgede bir sürü hem etnik olarak, hem inanç olarak benzer hatta aynı olan ülkelere değil de batıya kaçarlar? Kaçamayıp, zulme maruz kalanlar ise batıdan medet umarlar. İşte öyle değil.
Esat gitti. İnşallah ne zalimlik yaptıysa bedelini öder. İnşallah tüm zalimler ettiklerinin karşılığını en acı şekilde öderler. Diğer taraftan kimileri de yönetime muhalifler geliyor diye seviniyor. İyi de ortada öyle pek de sevinilecek durum yok. Ülke artık tamamen bölük pörçük. Suriye’nin toprak bütünlüğü deniyor. Yahu ne bütünlüğü? Allah aşkına bütünlük mü kalmış? İsrail Suriye’ye çoktan girdi bile. Suriye bu hali yaşayacak ve İsrail seyredecek öyle mi? Kuzeyde PYD PKK YPG adını sen koy, güneyde İsrail. Tüm bu yaşananlar neye hizmet ediyor? Saf mıyız, çok mu cahiliz, kafamız mı çalışmıyor? Neyse yaşananlar elbette hayra alamet değil.
Ben sözü yine Atatürk’e bağlayacağım. Yanlış anlamayın ama 100 yıl öncesinden bugüne ait laflar söyleyen ve bu ülkede hala onu anlayamayan, hainlik eden insanlar oldukça ben de Atatürk’ten bahsetmeye devam edeceğim. Neyse ki elimizde o var. Onun, yani Atatürk’ün perspektifi, kurduğu cumhuriyet ve anlayışı var. Umarım ona, cumhuriyetin, demokratik, laik, hukuk devletinin kazanımlarına sahip çıkar, ona karşı oluşan yapılara prim vermez, sıkı sıkıya ilkelerine sarılırız. Tekrar söylüyorum. Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu coğrafyanın ışığıdır. Bozulması, ayarlarıyla oynanması, tüketilmesi gereken değil, kuruluş felsefesine dönülmesi, örnek alınması gereken modeldir. Atatürk ilkeleri tek kurtuluşumuzdur. Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir ferdine Atatürk’ü iyi öğretmek, 60- 70 yıl öncenin idealist jenerasyonuna benzer, vatansever bir nesil yetiştirmek zorundayız.

Bu ülkede yaşayıp, cebinde Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyan herkese söylüyorum. Şahıslarıyla, kurumlarıyla herkes. Aklımızı başımıza alalım. Atatürk’ün ortaya koyduğu vizyona sarılalım.

KÖTÜLÜKLER YOK OLSUN GÜZELLİKLER ÇOĞALSIN

Ülkemizin önemli gruplarından birinin CEO’su, şirketin bir başka üst düzey yöneticisini, çalışanlara gönderdiği Ramazan kutlama mesajı neden...